İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Medeniyet ve Şehir – Sadettin Ökten

İnsanda 3 düzlem var, 3 düzlem üzerinde yetenekler; birincisi içgüdü, ikincisi akıl, üçüncüsü duygular. Niye insan diyorum çünkü oradan topluma geçeceğim ve birinci fasılda anlatmayı tasavvur ettiğim, düşündüğüm şey medeniyet tasavvurudur. Bu üç yetenek birikimi veya yumağı… İçgüdü, akıl ve duygu yumakları hayatı yaşamak için yeterli değildir. Bunların bir yöneticiye, bir kaptana ihtiyacı vardır. Neden böyle bir yöneticiye ihtiyacı var? Şunun için: Biz hayatımızda bir anlam ve bir gayret tanımlamak isteriz. Her insanın hayatına bir anlam katması lazım. Absürt de bir anlamdır, bu hayat tümüyle bir absürttür, bu da bir anlamdır. Bu hayat şöyle şöyle bir anlam içerir bu da bir anlamdır. İnsan çoğu kez hayatını içgüdülerine bağlı olarak yaşamak istemez ama derse ki ben içgüdülere tabi yaşayacağım bu da bir anlam ve gayedir. Hedonist felsefe böyle bir felsefedir. Dolayısıyla, demek ki insanlarda hayata bir anlam ve hedef ihtiyacı var. 

Bir başka problem; insanların evrensel sorunları vardır. Bu evrensel sorunlar hayatın cilvelerine göre bazen öne çıkar bazen geride kalır ama hep vardır buna benzer sorunlar. Bir tanesi varlık sorusudur bunlardan, metafizik alan, bu varlığın temeli nedir, nereden geliyor, nereye gidiyor, bunu yaratan var mıdır, kendi kendine mi olmuştur, ölümden sonra hayat var mıdır, evvel hayat var mıdır, maddenin esası nedir, vesaire vesaire…  Böyle bir varlık sorusu vardır; ontolojik mesele. Bir ahlak meselesi vardır; niçin şöyle yapmalıyım böyle yapmamalıyım.  Doğaya baktığımız zaman doğanın kendine özgü bir kurallar sistemi var ama insan o kural sistemini gördüğü anda rencide oluyor. Doğadaki kural sistemi; güçlü zayıfı yok eder ama bunu gördüğünüz zaman kabullenemiyorsunuz. Neden? Çünkü orada bir problem var. Ve bir ahlak sistemi gerekiyor. Bir güzel dürtüsü var insanda, estetik değer sistemi var. Niçin güzel, niçin çirkin bunu sorguluyorsunuz. Bir de bilgi meselesi var; o zaten herkesin kafasını kurcalıyor ve acaba bu duyu organlarım ile veyahut bir başka vesileyle mesela sezgiyle öğrendiğim şeyler doğru mu? Bu soruyu daima soruyor insan birbirine; epistemolojik mesele. İşte medeniyet tasavvuru bu sorulara cevap veren, hayata anlam ve gaye kazandıran bir olgu. Ne olduğunu biraz sonra söyleyeceğim size. 

Dolayısıyla, medeniyet tasavvuru olmadan yaşamak fevkalade zordur. Düşünürlerin ise bu tasavvurları çok daha net ifade ettiğini görüyoruz. İnsan, hayatına anlam ve gaye katmak ister, bunun peşindedir. Bir de varlık sorusu vardır. İnsanda bilginin doğruluğu, kaynağı, neticeleri meselesi vardır. Ahlak, niye ahlak olmalıdır? Erdem diye bir şey var mıdır? Bir defa, medeniyet tasavvuru dediğimiz hadise bize yaşadığımız alemi tasvir eder. Buna alem tasavvuru de diyebilirsiniz. Orada kalmaz bir değerler sistemi sunar. Değerler sistemini sunduğu anda şu iyidir, şu kötüdür, şu güzeldir, şu çirkindir der. Orada da kalmaz, bu değerler sisteminin ve alem tasvirinin nasıl uygulanacağını söyler. Belki felsefi sistemlerden farkı buradadır. Orada nasıl uygulanacağı konusunda her zaman bir bilgi bulunmaz ama bir medeniyet tasavvuru size nasıl uygulanacağını da söyler. Böylece bir resim ortaya çıkar. Tabi bu tasavvurun bir sistem olduğunu görüyoruz.  Yani hiyerarşik bir yapısı vardır ve bu hiyerarşik yapının bir takım girdileri ve çıktıları vardır. İslam medeniyeti konusunda hemen bir örnek verelim: İslam medeniyetinin bir alem ve bu alemin içerisinde bir birey tasviri var.  Diyor ki; bu alem bir mahluktur, sen de bir mahluksun ve seni alemin içinde konumlandırıyor; eşref-i mahlukat tabiriyle konumlandırıyor. Çok basit, çok ana hatlarıyla, böyle bir Van Gogh resmi gibi fırça darbeleriyle dokunuyor. Peki hiyerarşik değerler sistemi var tabi, isterseniz Arapçasını söyleyeyim:  La ilahe illallah; bir ilah bir de Allah kavramı getirdi, devamı var Muhammed-ür  Rasulullah. Bu kelime-i tevhit dediğimiz hadise aynı zamanda bir medeniyet tasavvurunun temel mottosu oluyor. Peki  bu ilah, bu Allah nasıl bir Allah bunu bize nübüvvet müessesi ile gelen Peygamber ve kitap söyleyecek. Şöyle, şöyle bir Allah. Bunu biliyorsunuz ama bunu bu belki şekilde düşünmemişdiniz. Belki bir dini ritüel içinde anneden, babadan, hocadan, üstattan öğrendiniz. Halbuki bunu besleyen bir medeniyet tasavvuru var. Benzer bir medeniyet tasavvuru Musevilerde var, İsevilerde var. Dolayısıyla, demek ki bir tasavvur  bir alem tasviri getiriyor size. Mesela “big bang teorisi” de bir alem tasavvurudur. O da bir alem tasavvuru ortaya koyuyor.  Tevfik Fikret’i herhalde bilirsiniz. Fikret’i iyi okuyun,  “Enbiyâdan yaşarım müstağnî/Bir örümcek götürür Hakk’a beni!” diyor Tevfik Fikret. Deisttir Tevfik Fikret. Tanrıyı kabul eder ama Nübüvveti kabul etmez . Ama nasıl bir Tanrıdır, orasını bilmiyoruz. Demek ki farklı tasavvurlar söz konusu, değerler ve bunların uygulanması olacak. Uygulanmayı hemen söyleyelim değerlerle beraber; kitapta –burdaki kitap Kuran-  diyor ki hayır yapınız. Yani sizde olan bir varlığı olmayan bir kimseye veriniz. Peki, uygulaması nasıl? Sağ elin verdiğini sol el bilmeyecek diyor. Bitti bu kadar. Bir kapitalist de aynı şekilde faiz alınız, faiz alırken sosyal devleti de gözetiniz der. Vahşi kapitalist ise der ki adamın canına okuyunuz. Kapitalizmin başlangıcında mesela sıfır maliyet – tabi kaynaklar ve sıfır maliyet- var. Yani ciddi bir kapitalist mümin 19. yüzyılın ikinci yarısında, birinci yarısında filan Senegal’den, Bati Afrika’dan Amerika’ya güneydeki pamuk plantasyonlarına köle taşırken, o adam sıfır maliyetli iş gücü görüyor ve buna inanıyor. Bu bir kabuldür. İslamınki de bir kabul –dogma- .  Peki hangisi doğru? Ona göre o, buna göre bu. Her mesleğin bir mümini vardır o müminine göre o meslek doğru olur. Peki girdiler ne bu sisteme –medeniyet tasavvuru sistemine-. Girdiler zaman, mekan ve eşya.  Tasavvur bir az evvel sözünü ettiğim bir sistem. Çıktılar ne? Tüm biçimler. Peki bu biçimleri kim üretiyor? Bunu işleten kim? Toplum. Yani burada aktör toplum. Zaman var, mekan var ve eşya var. Bütün eşya, ne düşünürseniz, bütün maddesel varlıklar. Onlar birer eşya. Bir arz var elinizde. Deniz var, gökyüzü var o da mekan. Bir zaman akışı var, dünya dönüyor, zaman akıyor. Zihninizde bir tasavvur var, o tasavvura mutlaka inanıyorsunuz. Onu birazdan daha net konuşacağız. Ve onu uyguluyorsunuz böylece biçimler ortaya çıkıyor. Biçimlerin tümüne biz kültür adını veriyoruz. Medeniyet tasavvuru zihinlerde soyut bir sistem. İnanılan, sevilen, bilinen idrak edilen ama o tasavvur uygulamaya dönüştüğü anda o biçimleri oluşturuyor ve ona kültür adını veriyoruz. O, bütün biçimler, insanoğlunun ürettiği bütün biçimler kültür. Buradan şehre hemen bağlanabiliriz. 

Şehir de bir biçim. Şehir de biçim olduğuna göre o da bir kültür, onun da arkasında bir medeniyet tasavvuru var. İnsanoğlunun toplumsal ölçekli yaptığı bütün üretimlerin arkasında bir tasavvur bir idrak bir seçim bir tercih vardır. O da medeniyet tasavvurunun genel bileşkesi doğrultusunda yapılan eylem ve duygulardır. Şu halde insanoğlu zamanı kullanıyor, mekanı kullanıyor ve bir biçim üretiyor, eşya üretiyor.  Şehir de bu açıdan bakıldığında bir eşyadan başka bir şey değildir. Bir şehre baktığınızda sadece mekanı ve eşyayı görürseniz bu algı statik şehir algısıdır, durağandır. Eğer buna zamanı da katarsanız, yani zaman içinde şehrin nasıl değiştiğini, nasıl değişmek zorunda kaldığını da katarsanız o zaman dinamik şehir algısı ortaya çıkar. Dinamik şehir algısı statiğe göre daha zor algılanan ve insanları rahatsız eden bir şehir algısıdır. Mesela şöyle söyleyeyim, Eski İstanbul’u – eski Ankara’yı da sanıyorum yad edip düşünenler vardır da- eski İstanbul’u hasretle hatırlayan ve neydi azizim o eski İstanbul diyen Türkiye’nin ilerici ve gerici kesiminde gençliğinin İstanbul’una takılmış, onu hatırlayan ve onu isteyenler. Bu statik bir şehir algısı. Kadim bir Osmanlı da efendim neydi eski Fatih şöyleydi, der. Tamam ama geçti, bitti. Toplum yeni bir şeyler üretebilirse yeni bir şeyler ortaya çıkıyor. Demek ki statik ve dinamik şehir algıları var. Yukarıda sözünü ettiğimiz sistem yani medeniyet tasavvurunu uygulamaya koyan kim? İnsan. Şehirde bu insan şehirli insan oluyor. Şu halde olayları ve hayatı yönlendiren bir açıdan şehirli insandan bir başka kimse değil.  O halde bir şehre baktığımız zaman önce bu şehrin mekanını görüyoruz, eşyasını görüyoruz. Eşyası; yolları, bahçeleri, meydanları, binaları, altyapısı, üstyapısı her ne varsa marketleri, tapınakları gibi çarşıları ama şehirli insanı ihmal ettiğimiz anda şehri hiç anlamamış oluyoruz. Bu şuna tamamıyla bir analog olarak uygundur, benzeşir. Nedir o? Bir tiyatro ve bir opera düşünün; sahne var, dekor hazır, orkestra yerinde ama aktörler yok, sanatçılar yok ama opera ve tiyatro dediğimiz zaman; sahne, dekor –hatta bazen sahne ve dekor geride kalıyor- sanatçılar çok öne çıkıyor. Mesela bizim orta oyununda böyledir. Sahne ve dekor sıfırdır. Sanatkâr sadece sözü ve jestleriyle size bir dünya çizer ve o tek kişidir. Karagözde biraz daha sahne ve dekor var gibidir ama ciddi bir tiyatroda dekorlar, şunlar, bunlar vesaire ama o aktörlerin ve aktrislerin de olması lazımdır. Şehir böyle bir şeydir. O açıdan bir şehre baktığımız zaman mutlaka şehirle beraber şehirliyi de düşünmemiz lazım. Bir şehri şehirli inşa eder, bir şehirliyi de şehirden dönen etkiler besler, büyütür, geliştirir ve zenginleştirir. Bu insan ölünceye kadar devam eder, bazı insanların şehirdeki etkileri öldükten sonra da sürer. Bazı insanlarınki ise ölümle beraber biter. Bazı insanların şehirdeki etkileri pozitiftir, bazılarınınki ise negatiftir. Ne demek negatif? Şehirden kamu hakkını götürürler. Bazı insanlarsa şehre yeni açılımlar getirirler. 

Toplumun medeniyet tasavvuru biraz önce sözünü ettik, değerler sistemi dedik, âlem tasviri dedik, bunların sözde kalmaması lazım. Bir de usul, adap dedik. Bunların mutlaka hayata geçmesi lazım. Neden hayata geçmesi lazım? Çünkü insan yaşamak zorunda. Yaşamanın da birinci ilkesi harekettir. Hareket etmediğiniz zaman yaşamıyorsunuz demektir. Hareket ettiğinizde ise mutlaka biçim üretiyorsunuz demektir. Siz mesela orada oturmuşunuz. Ben size bakıyorum, sabah kalkmışsınız giyinmişsiniz, elinizi kavuşturmuşsunuz, spor ayakkabılar ayağınızda ve beni dinliyorsunuz. Bu bir eylem, biraz evvel öksürdünüz, biraz sonra belki sıkılıp kalkıp gideceksiniz. Hareket var hayatta. Her hareket bir biçim içine giriyor. Neden? Çünkü insanoğlu bir zamana ve mekâna bağlı, maddesiz yaşayamıyor. Peki, bu biçimleri ne belirleyecek insanda? Bu biçimleri insanlar arka plandaki zihninde ve gönlündeki medeniyet tasavvuruna göre üretirler. Bak biz bugün böyle yapmıyoruz mesela ben böyle yapmıyorum. Neden? Çünkü mesela benim zihnimdeki mekân böyle bir mekan değil. Ben bu mekanı üreten adamların memleketinde bulundum. Ondan da sonra bahsedeceğim. Modernist mimarinin kendi öz çocuğu olarak doğduğu ülkelerde bulundum. Oradaki adamları da tanıyorum ama bu mekanı henüz ben daha üretmedim. Ben şu anda bir şey üretemiyorum mekân olarak ama bu mekanda oturmak zorundayım. Çünkü bu mekân buraya yapılmış. Peki, buraya kubbeli bir medrese mi yapsaydık?  O da anakronik olurdu. Hayatın dışında bir şey olurdu. Peki, ne yapalım? Ben bilmiyorum. Kimse de bilmiyor esasında. Bu vakte kadar bunlar yapıldı. Bu vakitten sonra gök kubbeli medrese yapılsa, onu da bilmiyorum yani. Ama ben şunu biliyorum ki bu mekan ait değil, peki bu ceket bana mı ait? Yok, bana ait değil. Mesela ben bundan yüz sene evvel gelseydim, burada böyle olmazdım. Biz böyle yani bir batı kıyafeti giyiniyoruz ve buna evrensel bir atıf yapıyoruz. Ben şahsen kendi estetik dünyamda, değerler dünyamda yaşamıyorum ama ne yapayım kaçacak başka bir yer yok onun için böyleyim. Dolayısıyla bütün biçimlerimizin ardında bir medeniyet tercihi, medeniyet tasavvuru vardır. Dolayısıyla medeniyet tasavvuru hayata mutlaka ve mutlaka yansımak zorundadır çünkü insan eylem yapmak mecburiyetindedir. Eylemsiz insan olmaz. Başını kaşısa bile bu bir eylemdir yani bırakın büyük eylemleri. Neticede bu eylemlerle arkadaki tasavvur uyuşmazsa orada huzursuzluk başlıyor, psikolojik gerginlik başlıyor. Bir medeniyet tasavvurunun hayata geçmesi ve özgür bir şekilde kendini ifade etmesi insan için en büyük ödüldür. Onun için bu tasavvuru hayata geçiremeyen insanlarda daima bir çekingenlik, bir pısırıklık, bir korku, bir gerilim yahut da aşırı hiddet ve şiddet, aşırı bir mimikler bütünü oluşudur.  

Şehir demek ki bir medeniyet tasavvurunun bir mekana yansımasından başka bir şey değil. Peki, nasıl yansıyor bu medeniyet tasavvuru? Çünkü şehir toplumun bütün kesimlerinin ortak eylemiyle ortaya çıkıyor. Her ne kadar Ali Bey, Veli Bey, filan sultan, filan kral şunu yapalım diyor ama onun yaptığı bir sosyal altyapıya dayanan biraz sonra söyleyeceğim bir kurucu iradenin iktidar haline dönüşmesidir, o kişi toplumsal isteği okuyor ve toplumsal destekle bunu yapıyor. Böyle yapmadığı zaman o iş tutmaz. Bir şehre o şehri kuran, dönüştüren toplumun alem tasviri yansır. Alemle, çevreyle, tabiatla olan ilişkisi o şehre yansır. Bu yansımanın birinci göstergesi değerler sistemindeki en yüce değeri temsil eden mekansal ve mimari olgunun o şehrin en prestijli yerine inşa edilmesidir. Hemen bir örnek verelim. İktidar bugün İstanbul’da son kalan prestijli yere, bir cami yaptırmak istiyorsa -Çamlıca’ya- bu dürtünün bu tercihin bu inancın yansımasından başka bir şey değildir. Efendim nasıl bir cami yapılacak, o bahs-i diğer. Bir başka kişi çıkıp aynı yer için efendim buraya güzel bir opera yapalım diyebilir. O da bir başka medeniyet tercihin en üst değerinin oraya çıkmasından başka bir şey değildir.  Demek ki bütün toplumlarda kendi medeniyet tercihlerinin, tasavvurlarının içindeki en üst değer şehrin en görkemli yerinde gündeme gelir. Mesela New York’un Manhattan adasına baktığımız zaman orada ikiz kuleleri görüyorduk. Sonra yüksek gökdelenleri görüyorduk orası Amerikan kapitalizminin ciddi bir merkezidir. Ve gökdelen dediğimiz binalar iş merkezleridir. Ve oralarda insanlar iş yaparlar ve dünya kapitalist hakimiyeti oralarda kurulur. Dolayısıyla o da simgesel bir binadır. Ortaçağ şehirlerine baktığımız zaman özellikle Avrupa’da ortaçağ şehirlerinin eski şehir dediğimiz bölgelerinde merkezde büyük katedraller vardır. O dönemin simgesel yapısı, en üst değeri temsil eden yapısı. Daha sonra opera binaları geliyor-sekülerlik ifadesi- ve “city center”lar veya “town center” lar geliyor. Başkent, başşehirlerde de parlamento binaları geliyor. Daha önce saraylar vardı. Dolayısıyla bir şehrin en görkemli yerinde o topluma ait en görkemli değeri ifade eden binası bulunuyor. Bu binanın tek başına orada durması bir anlam ifade etmiyor. Bunun yanındaki binalarla o şehir kompozisyonunda bir nispet ve ölçek farkının bulunması lazım. Demek ki bir şehre baktığımız zaman, bir şehri analiz ederken o şehirdeki en görkemli yer her yerden görülebilir, yüksek yerdeki bina ve binalar topluluğu, değerler sistemindeki en üstün değer ve onun civarındaki kompozisyon ise bir nispet ve ölçek farkıyla ona saygı gösteren daha küçük yapıları barındırıyor. Bir başka husus yeterlilik veya iktifa prensibi dediğimiz ilke –biliyorsunuz bu dünyada her hacmin bir kapasitesi var. Bu salon diyelim ki 150 kişilik, buraya 500 kişi koyarsanız işkence haline gelir, bin kişi koyarsanız da bunların bir kısmı ölür. Çok basit söyleyeyim, şehir de aynen bunun gibidir. Bir şehre –bir mekandır şehir- çok fazla bina yığarsanız bu şehrin esprisi kaybolur. Onun size verebileceği bir genleşme düzlemi vardır daha fazlasını veremez. Çekseniz uzamaz, bassanız daralmaz. Dolayısıyla değerler sistemini ifade ederken bir en üst, en yüce değeri şehrin en görkemli yerine koyarız, civardaki sıklık da iktifa prensibine göre ortaya konur. Mekanı kullanma yolunda şehrin diğer bölgelerinde, o biçimlenmede mutlaka ve mutlaka medeniyet tasavvurunun izlerini görürsünüz. Bunun şehir dokusundaki izlerini de biraz sonra göreceğiz. Demek ki baktığımız zaman bir şehre değerler sisteminin en üstündeki değerin temsilcisi olan yapı bu görkemli yerde… İslam uygarlığında bu mescid-i nebeviden gelen bir referansla Ulu Cami, Cuma Cami, Cami-i Kebirdir. Osmanlı yorumuna geldiği zaman cami merkez olmak üzere külliye olmuştur. Daha sonraki yorumlara geldiğimiz zaman pek bir şey olmamıştır ama 1980 sonrası kapitalist Türkiye yorumunda ise gökdelenlerin taklidi olmuştur. Evet, şehre böyle baktığınız zaman şehri anlamlandırabilirsiniz. Şehir hiyerarşik bir yapı. Neden? Çünkü medeniyet tasavvuru hiyerarşik bir yapı. Medeniyet tasavvuru toplum tarafından şehre yansıtılıyor. Bu şehre şu anda baktığımızda bu şehirde karmaşık, ikili, üçlü, karar verememiş, yükselsin mi alçalsın mı, dokuyu nasıl kullansın, sıkıştırsın mı, yaysın mı, en önde gelen değer hangisi, değerler çatışıyor mu, yoksa binalar mı çatışıyor? Binlar üzerinden değerler çatışıyor. Hangisine karar verememiş, bakıyorsun medeniyet tasavvuruna karar verememiş. Müslüman mı olsun, Marksist mi olsun, modernist mi olsun, batılı mı olsun kapitalist mi olsun? Bana sorarsanız şu anda en ağır basan eğilim “biz kapitalist olalım” ama kapitalizmi fazla bozmadan İslam’ı da ona uyduralım. Benim gördüğüm resim bu şu anda. Diğer resimler de var tabi marjinal her zaman olur, onların çok fazla bir ehemmiyeti yok. 

Şimdi bu açıdan şehri çözümlerken, önce bakacağımız şey şehrin siluetidir. Bir şehrin siluetine baktığımız zaman yani ne o siluet, koyu renkli bir gri, sade dış konturları görünüyor, arkadaki fon, “background”, gökyüzü… Bu siluete baktığımız zaman bu siluet bize çok şey söyler. Burada bir defa hem nispeti görürüz hem de en yüce değerin ne olduğunu görürüz. İstanbul’da tarihi yarımadaya baktığımız zaman, New York’ta Manhattan’a baktığımız zaman, Paris’te –düzdür Paris -baktığınız zaman Eiffel’i görürsünüz. Bunlar bize çok farklı şeyler söylüyor. Atina’ya baktığımız zaman Akropol’ü görürsünüz. Bu uygarlık en görkemli yerine Akropol’ü yapmıştır. Nedir Akropol? Bir tapınaktır. Şu halde nispet çok önemli. Akropol’ün hemen yanına bir gökdelen yapsanız Akropol’ün bütün esprisini hemen kaybedersiniz. Yeni  şehri eski şehre zarar vermeyecek bir mesafede kurmak zorundasınız. Eski şehir çünkü sizin tarihten gelen kimliğinizi ifade ediyor, değer sisteminizi ifade ediyor. Yeni şehir bir ihtiyaçsa eğer ki ihtiyaçtır, yeni bir yorum ihtiyaçsa ki ihtiyaçtır onu bir başka yerde yapacaksınız, eski şehre bir girişim içinde bulunmayacak. İkincisi doku; dokuda da iktifa ilkesi var, mekan kullanma hırsını, tamahını yahut da tevazuunu görürsünüz. Hele bizim gibi şu anda sanayileşen –buradaki sanayileşme tırnak işareti içinde ve ünlem işaretli-, biz çünkü sanayileşiyoruz fakat sanayi mantığını daha alamadık. Bakan daha yeni söylüyor, sanayi zihniyeti lafı ediyor. Türkiye 1950’den beri sanayileşiyor ama uzun asırlar tarım toplumu mantığıyla yaşayan bir ülkenin sanayileşmesi, onun mantığını alması fevkalade zordur. Almalı mı, onu da bilmiyorum yani. Alırsa bir canavar mı çıkar orta yere, onu da bilmiyorum ama yani Avrupa’daki serencama baktığımız zaman önce sanayinin zihniyeti ve mantığı oluşuyor, ondan sonra uygulaması geliyor. Bizde ise uygulaması önce geldi, mantığı henüz gelmedi. Bunun da göstergesi tipik, dışarı çıkın ve insanlara sorun fizik, matematik ve kimya ne işe yarar? Ben üniversite hocalarına sormuştum, Allah’ın belası bırak yahu dedi bir kısmı. Sanayi mantığı fizik, matematik hadi biyolojiyi de ekleyelim ve kimya üzerine kuruludur, başka bir şey yok. Onlarla beraber sanayi devrimi yapıldı. 

Evet, demek ki sanayi toplumu olan ülkelerde şehir üzerinde özellikle mekana talep çok artıyor. Nasıl bir denge kuracağız? Bu talep yani mekanın yoğunluğu, mekan kullanma yani şehir mekanını kullanma ve bu mekana dostça yaklaşma, hırslı yaklaşma bütün bunlar bir şehrin dokusunu belli ediyor. Bir de tabi yapılara geçiyoruz, mimari, yapıların biçimi, üslubu, biçemi, fonksiyonları ve gayesi. Yani bir yapıyı yaptığınız zaman topluma hizmet için mi yapıyorsunuz yoksa para kazanmak için mi yapıyorsunuz? Medeniyet tasavvuru burada gündeme geliyor. Dolayısıyla bütün bunların hepsi şehirde değerlerden gelen size ait değerden gelmiyorsa bir başka medeniyet tasavvuruna ait değerden gelen biçimler ve biçemlerdir. Biçem dediğimiz nedir burada? Biçem dediğimiz üslup, “style” demektir. Şehirli biraz evvel anlatmağa çalıştığımız şehirde kimliğini bulan bu şehri yaşamaktan mutlu olan, bu şehirle var olan, bu mekanla var olan insandır. Bu şehre hizmet etmekten şeref duyan insandır. Bir şehre hizmet etmek illa fiili elime kazmayı alayım, küreği alayım veya hat çekeyim veya doğal gaz getireyim değil. Şehri temiz tutmakla da değil. Bu şehrin içinde mutlu yaşamakla, bu şehrin sunduğu imkanlarla güzel bir hayat kurmakla ve güler yüzlü olmakla ve nazik olmakla gerçekleşir. En alt kademesi de budur. Öyle insanlar, kuruluşlar var ki şehre hizmet edeyim derken şehrin canına okuyorlar. Niye? Çünkü ruhunu anlamıyorlar. Daha evvel sözünü ettiğimiz medeniyet tasavvurunun, medeniyet kurucu değerler sisteminin fonksiyonunun farkında değiller. Kesip biçerken esasında şehrin hayat alanını da kesip biçiyorlar. Bunlardan bir tanesi İstanbul imarı idi. Tarihi yarım adayı imar edenler tam bir neşter gibi eline aldı bıçağı kesti, biçti, doğradı. Vay tarihi yarımadanın kaderi. Niye tarihi yarımada diyorum çünkü orası çok mühim bir mekan. Bütün Türkiye’nin, hatta bütün İslam dünyasının, hatta bütün dünyanın üzerine titremesi gereken bir mekan çünkü yeganedir, tek, başkası yok. 

Bir medeniyet tasavvuru şehri benimsemiş bir şehirli üzerinden hayata yansır. Dedik ya biraz evvel aktör. Nasıl yansır? Bunun birinci etabı gündelik hayattır. Gündelik hayat her insanın yaşadığı bir hayattır. Elitistler de yaşar, sıradan insanlar da yaşar, kitle de yaşar. Gündelik hayatta en basit görünen teferruat dahi çok önemlidir. Çünkü arkasında medeniyet tasavvurunun bir ürünü vardır. Şeyh Galip ne diyor: “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”. Eğer hayata böyle bakıyorsanız hiçbir zaman asık suratlı olmazsınız.  İnsanlara merhamet, şefkat ve hürmetle bakarsınız. En az kendiniz kadar o insanı merhamete, şefkate ve hürmete layık görürsünüz. Bütün insanlar böyle olduğu zaman o şehirdeki hayat adeta çok iyi işleyen bir makine gibi sessiz çalışır. Ben böyle bir İstanbul’da doğdum ve büyüdüm. Fakir, yoksul, ücra ve yalnız bırakılmış bir İstanbul’da. Bugünkü İstanbul’dan para bakımından, finans bakımından kıyaslanmayacak derecede düşük bir seviyede idi.  Ama insanlar hayata bu felsefeyle yaklaşıyorlardı.  

Muaşeretle yetinmiyor insanlar norm koyuyorlar. Normla da yetinmiyorlar hukuk koyuyorlar. Onunla da yetinmiyorlar ahlak koyuyorlar. Hukuk ahlaka göre daha dar. Hukuk tecviz etmediği hoş görmediği yerlerde canınızı acıtır. Ahlak hukukun hoş gördüğü yeri de hoş görmeyebilir. Babanıza hey moruk deseniz hukuk buna bir şey yapmaz ama ahlak dememelisiniz der. Öyle değil mi? Babanız moruk olsa bile. Çünkü siz de bir gün ihtiyarlayacaksınız hanımefendiler, beyefendiler. Ben de sizin gibi çok gençtim. Ben böyle kırk yaşında adam görünce adam bak be amma çok yaşamış diyordum. Şimdi yaşım yetmiş, daha ne yaşadım ki diyorum yani.

İnsanın ürettiği eylemlerden bir diğeri bilimdir. Burada çok kafa karışıklığı oluyor, bilim ile fizik, kimya vs. bunları tavsif ediyorum yani. Olay aynıdır ama bilim olaydan ibaret değil o olaya bir anlam yükler. Hayatta en hakiki mürşid ilimdir, fendir dediğiniz zaman bu bilimsel bir söz değildir bu felsefi bir sözdür.  Bilime bir anlam ve bir görev yüklemişsiniz demektir. Burada her medeniyet tasavvurunun kendine göre bir ilim felsefesi vardır. Bilimi hayatta koyduğu bir yer vardır. Dolayısıyla, demek ki bilim, bilim felsefesi olmadan okutulmamalıdır çünkü o zaman mutlaklaşır, mutlaklaşınca din yerine geçer. Bilimin en güzel tarafı en üstün tarafı yanlışlanabilir olmasıdır. Einstein’ın “fiziğin evrimi” diye bir kitabı var onun arkasına da bir anekdot almışlar. Yani Eintein diyor ki ben natür dediğimiz olguyu bir cep saatine benzetiyorum diyor. Ben onun arkasını dinledim, içindeki mekanizmaları tahmin ettim ve orada rölativite modelini kurdum diyor. Benden 2000 sene önce Aristoteles de bunu yapmıştı diyor. Benden 300-400 sene önce Isaac Newton da bunu yapmıştı diyor. Benden sonra birisi gelecek ve o da bir başka model kuracak diyor. Bilim felsefesi yapıyor yani. Bilimin göreceliğini ifade ediyor. Dolayısıyla her medeniyet tasavvurunun kendine göre bir bilim felsefesi vardır.

 Üçüncü husus tefekkür hususu bu çok nettir. İnsan zihni hayattaki sorular hakkında soyut ve kulli çözümler arar. Felsefe budur. Bu felsefe rasyonel bir yaklaşım ama Bergsonla beraber ona sezgi de katıldı ve böylece İslam filozoflarının ve velilerin – batıda da veliler var doğuda da veliler var- bu velilerin sezgiyle ifade ettikleri olguları da felsefenin kapsamı içerisinde alabiliyoruz. Çünkü sezgi de bir bilgi kaynağıdır. Sonuncusu da duygular sanatlar. Dolayısıyla bir şehir kurmak eğer bir sanatsa ki sanattır orada şehir estetiği vardır o halde toplum tasavvuru buna da yansır.

 Şehir nasıl oluşuyor diye bir başlığımız var. Şehir şöyle oluşuyor; bir toplum şehri yeniden inşa edebilir örnek New York batıda, doğuda Bağdat. Bunları kendi medeniyet tasavvuruna göre ağız tadıyla inşa etti yahut da eski bir kadim şehri alır dönüştürür. Örnek İstanbul ve Şam. Şam ciddi bir Hıristiyan şehridir, dönüşmüştür. İstanbul bir ciddi Hıristiyan şehridir, ilave olarak pagan şehridir, dönüşmüştür. Bu şehri kurarken veya dönüştürürken bir defa toplumun ortak bir mutabakatı olması lazım. Değerler sistemi üzerinde toplumun ortak bir mutabakatı olması lazımdır. Bir mutabakat olmadığı zaman zihinlerde bir bileşke ortaya çıkmaz. Herkes bir tarafa çeker, hareket, eylem gelişmez. İkincisi bu ortak mutabakat bir irade beyanına dönüşmeli yani mayalanmalı. Mayalanmalı, somutlaşmalı ve bir biçim ve işlev tasavvuru ortaya çıkmalı. Bu motive edici bir güç haline geliyor. Bu ortaya çıkarsa, toplum böyle bir iradeyi öne sürerse inşa edici iktidar mutlaka kurucu iradeyi okur ve inşa eder. Ondan sonra dördüncü adımda toplumun o şehri kullanımı geliyor. Nasıl yeni bir araba, bir ev aldığınızda onunla bir alışma evresi geçirirseniz toplumun da yeni bir şehirle ülfeti böyle olur. O da şöyle; her ne kadar insan biçimi oluşturuyor deniyorsa da biçimin geri dönüşümlü olarak insan üzerinde etkisi var. Bu mekanlar için de geçerli. İnsan yaşadığı şehrin dokusundan bir süre sonra etkilenmeğe başlıyor. Etkilendiği şey şehrin mekaniği değildir. Etkilendiği şey şehrin özgün veya özgün değilse taklit veya tekrarın arkasındaki değerler sistemidir. Çünkü her biçim arkasında bir değerler sistemi barındırıyor. Eğer gökdelende yaşıyorsanız, gökdelenin arkasındaki değerler sisteminin etkisinde kalmaya başlarsınız, bu çok sessiz ve derinden gelen bir dip dalgası gibidir. Benim bir takım dostlarım gene benim yaşlarda diyorlardı ki eskiden ne güzel komşuluk vardı. Şimdi artık apartman hayatında komşuluk bitti. Diyorum ki niye bitti? Karşı dairenin kapısını çal komşu komşu ben geldim. Üst kata çık, tutan mı var, neden gitmiyorsun? Valla olmuyor. Niye olmuyor? Ne biliyim ben, olmuyor. Olmuyor çünkü senin vaktin yok bir de ihtiyacın çok. Çocuk daha doğarken kurs parası, mektep parası, efendim iyi bir eğitim alsın. İhtiyaç çok, vakit yok bir de o binanın içinde oturduğunuz zaman apartman mantığı – ne o? Bireysellik, ferdiyetçilik, bireysel yaşamak- . Demek ki bir manada yapılar ve şehir hayatımızı etkiliyor. Zamanın dışına çıkmamız mümkün değil, zaman akıyor zaman aktıkça ihtiyaçlar ortaya çıkıyor. Burada mühim olan hadise hangi ihtiyacın gerçek bir ihtiyaç olduğu, hangi ihtiyacın yapay bir ihtiyaç olduğudur. Türkiye gibi gerçek kapitalizmle yeni tanışan ülkelerde gerçek olmayan ihtiyaçlar gerçekmiş gibi algılanır ve algılatılır. Tolstoy’un bir hikayesi ile olayı bitirelim; 1880’ler, Rusya’da toprak devrimi yapılacak. Bir derebeyi mujiklere diyor ki valla işte diyor toprak burada. Sen sabah başla koşmaya ne kadar bir alan çevirirsen onu sana vereceğim diyor. Garip mujik başlıyor koşmaya, öğle oluyor, ikindi oluyor vesaire aç biilaç, susuz. Gün batarken geliyor başladığı yere pat diye düşüp ölüyor. Kazın bir çukur diyor, derebeyi atın bunu içine diyor. İşte bir insana bu kadar toprak yeter diyor. Şimdi olayın bir de böyle bir boyutu var. İhtiyacın fizyolojik boyutunu doktorlar zaten biliyorlar ama kapitalistler bilmiyorlar. Çünkü onlar için ne kadar çok tüketirsen o kadar iyi insansın. Mesela kapitalist estetikte,  -tüketim estetiğidir o, meta estatiği- satılabilen eşya güzeldir. 

Hulasa, demek ki insanların toplumların medeniyet tasavvuruna ihtiyacı var. Neden? Dürtülerle, akılla ve duygularla yaşanmıyor. Bunları yöneten bir sistem lazım. Bu sistem insana şunu söylüyor bir defa hayatına anlam ve gaye tanımlıyor. Yaşadığı alemi ve kendisini temsil ediyor. Değerler sistemi ve bu değerler sisteminin nasıl uygulanacağını söylüyor.  Ve insan hareketleri bu uygulama istikametinde başlıyor. Bu başladığı zaman biçimler oluşuyor. O halde bir şehre mutlaka ve mutlaka değerler sisteminin yansıması zaruri. Nasıl yansıyor sistem bu şehre? O sistem içerisindeki en görkemli değerin mekansal karşılığı olarak yansıyor. O mekansal karşılığın yalnız kalmaması lazım. Onun civarında içinde yer aldığı kompozisyonun nispeti ve yoğunluğu veya seyrekliği yani iktifa -ne kadar ne yapılabilir- ve tabi ki mekan kullanımı burada gündeme geliyor. Böylece şehrin bir manada geometrisi meydana çıkıyor. Peki, bu şehri kim inşa etti? Şehirli insan inşa etti. Bir şehri şehirliden bağımsız düşünemeyiz. Bir şehre baktığımız zaman mutlaka şehirliyi de tanımak mecburiyetindeyiz. Şehrin mekaniğini tanımak kolay, ruhunu tanımak için mutlaka şehirliyi tanımalısınız. Böylece şehir ve şehirli arasında bir ayrılmaz ilişki var. Her ne kadar şehri şehirli inşa ediyor gibi görünse de, aslında şehir görünmez bir dille şehirliyi besliyor, büyütüyor, geliştiriyor ve zenginleştiriyor. Eğer, böyle özgün bir şehir kurulamamışsa –neden? Çünkü medeniyetin böyle özgün bir şehir kurması her zaman mümkün değil- Bunun mümkün olabilmesi için bir defa değerler sistemi üzerine bir uzlaşı lazım ve bunun bir iradeye dönüşmesi lazım-, o zaman kurucu iktidar zaten ortaya çıkıyor ve yapılan düzenlemenin sonunda mutlaka şehirli tarafından kullanılması, hayata geçirilmesi lazım diyor ve burada kesiyorum. Teşekkür ederim. Hayırla kalın ve beni de duadan unutmayın. 

Soru- Cevap

  1. Öncelikle bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.  Benim aslında iki tane sorum olacak müsaade ederseniz. Öncelikle ben sizin Yahya Kemal İstanbul’u ve devamı kitabınızı okumuştum, öncesinde de yine Yahya Kemal’in Rüzgarıyla Düşünceler ve Duyuşlar kitabınızı okumuştum. İkisinde de Yahya Kemal’den bahsediyorsunuz, şiirlerinden yola çıkarak kitabı hazırlamışsınız. Daha farklı, daha başka sevdiğiniz şairler vardır ama özellikle Yahya Kemal’i seçmenizin sebebi var mı?

Cevap:  Var, var. Yahya Kemal bir medeniyetin şiirini yazmış. Yani bir medeniyet açısından baktığım zaman hadiseyi biliyorsunuz şiir çok etkili bir araç ifade gücü açısından. Tabii ki Türk Edebiyatında başka sevdiğim şairler de var ama onlar medeniyetin şiirini yazmamışlar. O şiirlere dikkat etmişseniz ben Yahya Kemal’in aşk şiirlerini almadım oraya. Mesela “Eski Şiirin Rüzgarıyla”’daki Selimname ciddi bir medeniyetin şiiridir. Bizim uygarlığımızın –Osmanlı-İslam medeniyeti- şiirini yazan başka şair yok. O yüzden ben Yahya Kemal’i aldım. Yani 1940 yılında başka hiçbir şair onun gibi Itri şiiri yazmamıştır. Onun için Yahya Kemal’i aldım. İstanbul’a da gene bir medeniyet açısından bakıyor yani tarihi, bugünü, büyük serüveni… O yüzden öyle aldım. Bilmem açıklayıcı oldu mu?

  1. Diğer sorum da; aslında bir çok yerde de sizin bahsettiğiniz hüzün kavramıyla ilgili olacaktı hocam. Şu zamanda bir çok kavramın içinin boşaldığını düşünüyorum açıkçası bunlardan birisinin de hüzün kavramı olduğu kanaatine vardım. Aslında Hilmi Yavuz’un da kitabında bahsettiği üzere peygamberimizin hüzün peygamberi olması ve bu vesileyle bize en çok yakışanın hüzün olduğu ve hüznün algılandığı gibi kötü bir şey olmadığından bahsediliyor.  Ve siz de bir çok konuşmanızda bize en çok yakışanın hüzün olduğunu tasdik ediyorsunuz. Zihninizde oluşan hüzün kavramından biraz bize bahseder misiniz?

Cevap: Şöyle söyleyeyim ben Fethi beyin yetiştirmelerindenim-bir çok hocam oldu, onları da rahmetle anıyorum, ben sizlerin böyle hocaları olduğunu sanmıyorum. Gelirken konuştuk Ali Burak beyle dediler ki Amerika’da, Avrupa’da doktora yapmayanı buraya öğretim üyesi almıyorlar. E tabi saygı duyarım böyle kriterlere- Fethi bey şöyle söylerdi; tabi bazen bir cümle, bir yüz bir göz işareti yüzlerce ciltlik bir kitaptan daha etkilidir. Hiçbir sebep yokken kalbinize bir melal, bir hüzün çöker. O zaman biliniz ki Allah ile berabersiniz. Ve bakardık soran gözlerle, sormazdık. Çünkü buyrulmuştur ki ben mahzun gönüllerdeyim. Bu mahzun gönüller hani insan bir yerde bir inkisarı hayale uğrar, o zaman Tanrıya yaklaşır, öyle değil. O zaman herkes Tanrıya yaklaşıyor, öyle değil. Her şey yolundayken bir hüzün çöker kalbinize işte o vaktin kıymetini bilin. İslam peygamberi de buyuruyor ki: “Eğer benim bildiğimi bilseydiniz hiç gülmez, çok ağlardınız diyor”. Hüzün güzel bir şey yani. Gafletten insanı uyandırır ama hayranlık hüzünden daha güzeldir. Yunus söylüyor: “Hak bir gönül verdi bana/ Ha demeden hayran olur”. Zaman zaman gaflet de güzel bir şeydir ama boş ver. Hüzün böyle bir şey işte. 

  1. Efendim ben İstanbul hakkında bir soru sormak istiyorum. Siz tabi 1942 yılından beri şehirdesiniz, şehrin yaşadığı o büyük değişimi çok yakından takip edebiliyorsunuz. Ben dahi şehre 8 yıl önce ilk gittiğimdeki haliyle şu anki hali arasındaki büyük değişimi fark edebiliyorum. Ama şeyi soracağım bu gidiş nereye yani?

Cevap: Bu gidiş şuraya, toplum aç bir toplum şu anda. Ne olur diye sorarsanız benim şöyle bir tahminim var. Yani bu çok ütopik gelebilir size. Türk toplumunun şu anda kimlik arayışı başladı. Organizma canlı hem ürüyor hem para kazanıyor. Üçüncü adım kimlik arayışıdır. Bu kimliği doğru tespit edebilirse tüm bu binaları yıkacak, kaça mal olduğuna hiç bakmayacak ve yeni bir şehir kuracak, kendi kimliği ile uyumlu. 

Türk toplumuna iki büyük darbe vuruldu.  Yani kader vurdu bunları. Birincisi Türk toplumunun medeniyet telakkisini, tasavvurunu değiştirmek istenildi. Cumhuriyetin yaptığı şey budur. Bu iş için devlet aktör oldu. Türk toplumu kadim zamanlardan beri devletle yaşamış bir toplumdur. En güçlü aktör devlettir. Bunun bir bildiği vardır dedi halk. Devlet de benim bir bildiğim var dedi ama bilmediği ortaya çıktı. Şimdi sivil toplum yavaş yavaş başını çıkartmaya başladı. Bir iki tokat yedi içeri kaçtı. Şimdi tokatsız iyice büyüyor bakalım ne olacak. Ama eğer Türkiye kendi misyonunu (o misyon İslam Uygarlığıdır, bunu söylerken bir Müslüman gibi konuşmuyorum, dışarıdan bir adam gibi konuşuyorum, İslam uygarlığı çok mühim bir uygarlıktır) bulursa, oradaki aktif rolünün, tarihinin, takdiri ilahinin-hepsi farklı şeyler bunların ama aynı şeyi söylüyoruz- buna yüklediği misyonu fark ederse bu kimliği çok kolay benimseyecek, bütün bu yapılanları yıkacak ve İstanbul da tekrar bir dünya şehri bir modern şehir haline gelecek hem de İslam medeniyetinin çağdaş bir yorumu/temsilcisi olarak bunu yapmazsa böyle gider, yarına yaşamanın bir garantisi yok yani kaybolur gider. Antik bir şeye dönüşür. Bir zamanlar müslümandık ama hala müslümanız. Fakat biraz farklı bir kompozisyon meselâ kapi-muslim diye bir şey çıkabilir. Anlamadık daha ne olduğunu, ben de tam anlamış değilim ama hissediyorum. Mukayese yaptığım zaman çok daha net hissediyorum ve korkuyorum.

Yorumlar kapatıldı.