İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Osman Yüksel Serdengeçti – Prof. Dr. Cemal Kurnaz

Hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Hoş geldiniz. Ayaklarınıza sağlık. Kışta kıyamette derslerinizin arasında zaman ayırıp Serdengeçtinin hatırı için geldiğiniz için teşekkür ediyorum. Zamanımız dar. Olabildiğince hızlı, söylenecek çok söz var. Ben serdengeçti hakkında deli rüzgâr Osman Yüksel Serdengeçti diye 750 sayfalık bir kitap yayınladım. Artık kitap eski çağların medeniyet çağlarının bir kavramı kalem gibi kitapta defterde artık terkedilecek gibi görünüyor. Ne yazık ki böyle. Artık internet çıktı bilgisayar çıktı yeni bir hayat var. 3 yılda bin adet basıldı bitmemiş hala. Bu Serdengeçtinin hatırasına yakışmadı ama belki benim de bunda bir kusurum olmuştur, olabilir. Şunu demek istiyorum. Kısa süreye Serdengeçtiyle ilgili her şeyi sığdırmak zor 750 sayfaya bile sığdıramadım. Ama olabildiğince öz kısa anlatmaya çalışacağım. Sizi sıkmam inşallah. Sağlık problemlerim var toplantı davetlerine mutlaka bir mazeret buluyorum. Aa çok güzel olurdu ama başka bir davetim var gibi. Allah affetsin. Ama Serdengeçti olunca samimi genç üniversite öğrencileri talep edince onlara hayır diyemedim. Serdengeçti Antalya’nın Akseki kazasında doğmuş. Babası müftü Salim Efendi.  Türkiye’nin en uzun süre müftülük yapan zatı. 59 yıl müftülük yapmış. Kuvai Milliye heyeti başkanı. Milli mücadelede aktif rol almış. Böyle bir milli dini kişilik. Bazı yerleri uzun uzun anlatmadan geçelim. O liseyi yüksek bir dereceyle bitirdi. O dönemde …. sınavlarını yüksek dereceyle bitirenler yurtdışına sınavsız gönderiliyor imiş. Çok ısrar etmişler o kabul etmemiş ben felsefe okumak istiyorum diye dil ve tarih coğrafya fakültesi felsefe bölümüne girmiş. Ama bir müddet sonra, 40lı yıllar, üniversitelerde özellikle dil ve tarih coğrafya fakültesinde komünist faaliyetlerin başladığını görünce bundan rahatsız olmuş. Sizler gibi bir öğrenci. Burası öğretmen yetiştiren iki fakülteden birisi. Bu komünist öğretmenler yurda yayılırsa, yetiştireceği öğrenciler çoğalırsa Türkiye ne hale gelir diye telaşa kapılıp arkadaşlarıyla ne yapabiliriz diye toplantılar yapıp çareler arayan bir üniversite öğrencisi.  O günlerde Nihal Atsız başbakana açık bir mektup yazmış. Komünist faaliyetlerden duyduğu rahatsızlığı ifade etmiş tedbir almasını istemiş. Birtakım isimler zikrederek onları suçlamış. Bunlardan birisi Sabahattin Ali. Sabahattin Ali bana kişilik haklarıma saldırı oldu diye atsızı mahkemeye vermiş. Mahkeme Ankara’da görülecek Atsız İstanbul’dan trenle gelmiş. Serdengeçtinin içinde bulunduğu milliyetçi muhafazakâr üniversite gençliği onu karşılayıp mahkemeye gelmişler. Mahkeme salonunda aşırı bir kalabalık birikince duruşma yapılamamış ve öğleden sonraya ertelenmiş. Öğleden sonra ise tedbir almış jandarma polis. Milliyetçi gençleri dinleyici olarak içeri almamışlar. Ama sol görüşlüleri almışlar. Bu çifte standart galeyana tepkiye yol açmış ve 6-7 yüz arası kişi yürüyüşe geçmiş. 3 Mayıs 1944 olaylarının olmuşu olacağı budur. Ama o günün Türkiye’sinde daha önce hiç rastlanılmayan bir olay bu. Büyük bir panik havası olmuş. Vali Nevzat Tandoğan Cumhurbaşkanı İnönü’ye bu bir darbe teşebbüsüdür, hedefi sizdir falan diye gitmiş Cumhurbaşkanını korkutmuş. O da Çankaya köşkünün etrafında toplar tanklar ile tertibat almış. Hâlbuki günümüzde böyle bir şey olsa çok kolay tolere edilebilecek bir şeydir bu. Ama 1929-30 ekonomik krizi, arkasından gelen II. Dünya Savaşı Türkiye’nin, 1923 te zor şartlarda kurulmuş ülkenin, ekonomik sıkıntıları devam ediyor. Halkta bir memnuniyetsizlik var.  Ekmek karneye bağlanmış birçok şey bulunamıyor. Gençler böyle yürüyüşe geçinde hamalı esnafı bilmem nesi ve halkı da bunların arasına karışmış ve tek partili dönemin alışık olmadığı bu demokratik tepki şok yaratmış. Bulduklarını toplayıp götürmüşler çoğu üniversite öğrencisi şu bu. Dekanlar gelmiş müdürler gelmiş anneler gelmiş öğrencileri götürmüşler kala kala üç beş elebaşı kalmış. Ama onlar işin gırgırında. Emniyette gözaltında tutuluyorlar işin vahametini bilmiyorlar. Fıkralar anlatıyorlar, şiir yarışmaları düzenliyorlar nasılsa bırakacaklar diyorlar çünkü masum bir hareket bunda bir şey yok ama 3-5 gün geçince buradan bir trajedi doğuyor. Diyorlar ki Nihal Atsız ve birkaç milliyetçi, Türkçü, önde görünen kişi gizli örgüt mensubu bunlar burada yabancı el var tahrik var, Türkiye’nin dış politikasının Rusya’yla dostluğunun sabote etmeye yönelik bir harekettir bu diye Göktürkçe alfabesinin öğrenmeye çalışan bir takım kişilerin evrakını bulmuşlar. Bunlar gizli şifreli yazışma, bunlar gizli örgüt filan diye kamuoyunda bir hava esiyor bütün gazete manşetlerinde boy boy resimler, Türkiye’nin milli birliğini bütünlüğünü tehdit eden gizli bir örgüt ortaya çıkarıldı filan diye 19 Mayıs 1944’de İnönü 19 Mayıs konuşmasının tamamen bunun üzerine kuruyor. Ve bu ayrılıkçı, işbirlikçi gizli örgüt elemanlarını hedef alıyor. Sonradan öğreniyoruz ki 1 gün sonra 20 Mayıs 1944’te Kırımdaki bütün Türkler Sibirya’ya sürgüne gönderilmiş. Çok hazin şeyler bunlar.  Serdengeçti bir Türkçü, bir Turancı, bir İslamcı. O Akif’in İslamcılığı ile Gökalp’ın Türkçülüğünü, Turancılığını ömür boyu birleştirmeye çalışmış. Yeryüzünde hiçbir Türk esir olmasın. Hiçbir Müslüman esir olmasın duygusunda olan birisi. Bütün ömrünü bu şekilde harcamış birisi. Onu birkaç kişiyle beraber almışlar. İstanbul’a sıkıyönetim var, sıkıyönetim mahkemelerinde yargılamak üzere götürmüşler. Tabi ki olay burada olmuş Ankara’da. Gizli örgüt bahanesiyle alıp götürmüşler, atmışlar hücreye tabutluklara. Tabutluk denilen şey nedir? Tabutu sanki dikine giyilmiş gibi duvarda bir oyuk açılmış yan yana. İnsanlar oraya tabuta girer gibi giriyor, zincire vuruyorlar, üstüne kapıyı kapatıyorlar. Tepesinde 500 mumluk 3 tane ampul, sıcaktan terliyorlar bunalıyorlar, işkence yapıyorlar. Buraya mutena hücre diyorlar. Hücreden çıkarıyorlar, koğuşa alıyorlar. 6 numaralı koğuş. Ben 1979’da Numune Hastanesinde yatarken ona Çehov’un 6 Numaralı Koğuş isimli eserini götürmüştüm. Güldü ve dedi ki: ben 3 Mayıs’ta tutuklandığımda üzerimde bu eser vardı beni 6 numaralı koğuşa verdiler, öyle bir rastlantı oldu dedi. Yakalandığı zaman üzerinde dünya klasiklerinden romanlar var. Unutmam Köyü, Bekârlar, 6 Numaralı Koğuş ve Eflatun’un bazı eserleri, Dostoyevski’nin bazı eserleri. Bu nasıl bir İslamcı bu nasıl bir Türkçü, bu nasıl geniş bir ufuk. Kendimize bakalım yani bizim olandan bütün dünyaya yayılan geniş bir ufukla okumaya çalışan bir üniversite öğrencisi. 3,5 ay yatıyor ve sonra suçsuz olduğunu anlıyorlar. Mahkemeye bile çıkarmadan duruşmaya bile, bırakıveriyorlar. Ama üzerinden silindir gibi geçmişler. Dönüyor üniversite kaydı silinmiş. Danıştay’a başvuruyor, davayı kazanıyor. Tek bir dersi var, bitirme tezi. Bölüm başkanı, tez hocası Behice Boran. Şimdiki gençler bilmeyebilir Behice Boran’ı. Türkiye İşçi Partinin, Komünist Partinin,  genel başkanı aynı zamanda. Ben Danıştay’ın kararını tanımıyorum, tezinin de okumuyor diyor ve üniversiteden kaydı siliniyor. Memuriyet hakkı elinden alınıyor. Oysaki öğretmen olmayı çok isteyen birisi. Bunun üzerine Milli Eğitim Bakanlığına dilekçe veriyor. Dilekçe zehir zemberek, ağır bir şey. Özel kalem müdürü bunu kabul etmiyor, biz bunu veremeyiz diyorlar. Vuruyor kapıyı bakanın önüne koyuyor dilekçeyi. Yani böyle çılgın, çıldırtılmış bir öğrenciyi bugün de üniversiten atarlar. Yüksek vekâletin alçak vekiline diye başlıyor dilekçe. Hepsini okumayalım. “Hakkımı istiyorum efendi hakkımı. Senden bahşiş istemiyorum. İmtihan hakkımı ya verirsin ya da zorla alırım. Beni tuttuğum yoldan Yücel değil ecel gelse döndüremez. Bu aşkı bu ateşi hiçbir şey söndüremez. 10 kuruşluk pul. İmza.” Gayet tabi ki artık hayatı başka bir alana doğru yönelir. Dergi çıkarmak, basın yoluyla mücadele etmeyi ve hayatını bu şekilde sürdürmeyi devam ettirir. Serdengeçti adında bir dergi çıkarır. Dergi 1947 de çıkar. Her sayısı 50 bin 60 bin basar. Bugün milliyetçi muhafazakâr kesimde 50-60 bin bir dergi var mı ben bilmiyorum. Bu dergiyi halk sahiplenir. Köylüler, çiftçiler, berberler, manifaturacılar, abone yoluyla 12 ay abone olurlar. Ama derginin her sayısı mahkemelik olur. Atarlar içeriye. Dergi 15 yılda 33 sayı çıkarabilir. Yani yılda 2 sayı neredeyse. Ama okuyucu, aboneler bu dergiye 15 yıl boyunca sahip çıkarlar. Dergi, 33 sayı, 1 milyonun üzerinde satar. Mükemmel baskılar yapar, eski sayılar talep edilir. Demek ki böyle bir susuzluk, kendi içinden çıkmış birisine, kendi sesi olan birisine özlem oluşmuş, buna cevap veriyor. Hakk’a tapar halkı tutar. Allah millet vatan yolunda. Allah’a millete vatana koşanların dergisi. Allahtan başka kimseden korkmaz. Değişik sayılarında logo olarak bunu görürüz. O kapitalist sisteme karşıdır. Günümüzde kapitalizmin hepimizi maalesef içine çeken birer tüketici haline getirdiğini görse ne derdi bilmiyorum. Israrla şunu söyler: İlan reklam almayan kimsenin lütfuna talip olmayan, parti tutmayan, adam tutmayan tek mecmua. Yani okuyuculardan gelen parayla bir sonrakini çıkarır. Böyle bir dergidir bu ve bir reklamı vardır zaman zaman kullandığı. Bir banka reklamı. Ser Bank. Sermayesi cesaret, merkezi Ankara hapishanesi, şubeleri İstanbul,  Konya,  Akseki,  Malatya(bu hapishanelerde yatmıştır). Bankamıza sermaye yatıranlara bedava otel, Hilton’da yer ayrılır. Dikkat Ser Bank. Ulucanlardaki yeni hapishane müzeyi gördünüz mü? Mutlaka görmelisiniz. Orada çok mutena bir yer var protokolün kaldığı. Oraya Hilton diyorlar. Sonra bir de mizah gazetesi çıkarmaya karar verir haftalık. İlk sayısı çıkar hemen mahkemelik olur, ikinci sayısı asla çıkamaz. Adı Bağrıyanık. 50 bin basar. O günün Türkiye nüfusu ve ulaşım imkânları göz önüne alındığında bu fevkalade bir başarıdır.  Serdengeçti yayınlarını kurar 1949 da. Orada kendi eserlerinin başkalarının eserlerini yayınlar. Eserlerin toplam baskı adedi 100 bini geçer. Bugün için bunlar hayaldir. Ben deli rüzgârı verdim 1000 tane bastı. Ve 3 yılda bitmedi. Düşünebiliyor musunuz aradaki farkı. Serdengeçti kütüphanesi diye bir kitapçı kurar. Orada kendi davasına uygun eserleri toplayıp satar. Perakende ve toptan gönderir. Ömrünü böyle geçirir. Köşe yazarlığı yapar. Yeni İstanbul, Milli Gazete’ de yazar ve bu yazıları o gazetenin tirajını artırır.  Okuyucunun rağbetinin sağlar. O kamuoyuna mal olmuş bir isimdir. Partilerden hoşlanmaz ama partiler bu kadar popüler olan birisini kendi başına bırakmak istemez, adaylık teklifleri olur. Kendini politikanın içinden bulacaktır kaçınılmaz olarak ama politika ona göre değildir. Kendisi der ki yıllar sonra, tek parti döneminde milletin mukaddesatına kutsal değerlerine bu kadar büyük saldırı olmasa belki ben mücadeleye atılmak zorunda kalmazdım der. Ama o Akif soyundan Akif meşrebinden birisidir. Kanar bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim. Çok merhametli gözü yaşlı bir adamdı. Yoksullara ezilenlere dayanamazdı. Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim. Onu dindirmek için kamçı yerim çifte yerim. Adam aldırmadan geç git diyemem aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım diyor. O nasıl bir gözü yaşlı adam. Milli mücadelede imparatorluk yanarken bizim için ağlayan tek şair Akif’tir.  Gitme gel yolcu gitme gel yolcu beraber ağlaşalım diyor. Yalın ayak yollara düşmüş bir adam Akif. Sonu hüsran olmuştur. 1954’te Antalya’dan bağımsız milletvekili adayı olur. Kendi ifadesiyle dinleyelim başına neler gelmiş, demokrasi tarihimizi anlatması bakımından, nereden nereye geldik veya nereden nereye gelemedik bunu gösteriyor. Hızlı hızlı okuyayım. Serdengeçti hakkında bir sürü asılsız haber uydururlar. O adam bildirisinde hapse girdiğini yazıyor değil mi. Hiç iyi bir adam olsa hapse atarlar mı diyorlar seçmene, halka. O adam fakülteden kovulduğunu söylüyor değil mi, hiç iyi bir adam olsa fakülteden atarlar mı? Bu gibi sözleri seçmenlerde bir kuşku yaratır o ise karakol karakol dolaşır. Alanya’da kalabalık bir izleyici kitlesine hitap ederken konuşmanın tam ortasında savcı, böyle konuşursa kürsüden indirin diye polis göndertir. Türkiye bunları yaşamıştır. Milli selamet kanununa muhalefetten konuşması engellenir. Alanya kalesinde bir camide akşam namazı kılarlar. Ne var bunda, hemen dedikodu başlar. İmam mıydı, cemaat miydi, yanında kaç müridi vardı. Sabah olunca başka bir haber yayılır. Biz Serdengeçti’yi akşam meyhanede içerken gördük. Ardından başka bir iddia, Serdengeçti o değilmiş o sahte o çakma. O olsa başımızın üstünde yeri var ama bu serseri. Gittiği bazı yerlerde halka serdengeçti olduğunu halka kabul ettiremez. Kılık kıyafet saç baş dağınık halktan bir adam. Böyle Serdengeçti mi olur canım derler. Kaş Antalya’nın en uzak ilçesidir. Oraya gidememiştir ama bildirisi ulaşmıştır.  Halkın ilgisi karşısında Serdengeçtinin öldüğü haberini yayarlar, buna oy verdin mi boşa gider derler. İletişimin sıkıntılı olduğu çağlar. Bazı yerlerde hapishaneye atıldığını, hapisteki bir adama oy e verilemeyeceğini yazarlar. Antalya’da ortaya bir hoca çıkarırlar. O ben Kuran’ı Kerim’e baktı, orda CHP’nin de yeri var MHP’nin de ama bağımsızın yeri yok derler. Hoca fetva verir. Bir müftünün oğlu olan adaylardan birisi elindeki Demokrat parti listesini. Halka göstererek şöyle konuşur. Şu gördüğünüz liste tıpkı Amentü gibidir. Kim buradan birini çizerse Kuran’dan birini çizmiş, Kuran’a inanmamış olur. O listeyi çizecek yerine bağımsızı yazacak. Kendi memleketi olan Akseki’de ise daha ilginç iddialar ortaya atılır. O adama oy verilmez, o delidir meclisin altını üstüne getirir. İlçemizin başına bela olur. Oylar bölünürse CHP adayı kazanamaz, bağımsıza vermeyin derler. Sonuç olarak Alanya’ da sarhoş, Serik’te komünist, Akseki’de deli, Kaş’ta adı ölüye çıkar. Bütün bu aleyhindeki propagandaya rağmen Serdengeçti’ye olağanüstü bir oy çıkar. Bu sefer seçim kurulu, vatandaşlar sadece Serdengeçti yazdı diye, bu bir dergi adıdır aday adı değildir diye kabul etmezler, kazanamaz. Sonra bir gün Konya’dan aday olur 1961 seçimlerinde. Hemen savcı harekete geçer 7 sene öncesinde yayınladığı bir yazıdan dolayı içeri atarlar. Yahu ben onu 7 sene önce yayınlamıştır der. Vallahi biz yeni duyduk derler. Seçim biter bırakıverirler. Demokrasi tarihimizin ne kadar zor yerlerden geçtiğini görüyoruz. Ve sonunda 1965’te Antalya’dan Adalet Partisi’nden milletvekili seçilir. İlk işi bir genel af çıkarmak olur Adalet Partisi iktidarının. Ama afta milliyetçi, muhafazakâr, dindar insanları, 163.ncü maddeden hüküm giyenleri dışarıda bırakırlar. Serdengeçti buna isyan eder. Biz teşbih çekti diye, dini kitap okudu diye, başında takke var diye içeri atılan bu mazlum insanların oylarıyla iktidar olduk. Biz bunları affetmezsek tekrar nasıl gidip onlardan oy isteyebiliriz.  Ama dediği olmaz onu ihraç ederler partiden. Serdengeçti hakkında açılmış 100ü aşkın dava vardır, dokunulmazlık zırhına en çok onun ihtiyacı vardır ama elinin tersiyle iter. Mazlumların hakkını savunmak için ihraç edilmeyi göze alır. Bir yazı yazar, biz kim oluyoruz onları affedeceğiz asıl onlar bizi affetsin der. Böyle mazlumların yanında olmayı hayatı boyunca sürdürmüş bir adam. Milletvekilliği, siyaset ona göre değildir. Serdengeçti hayatı boyunca hiç kravat takmamıştır, kravatsız milletvekiline çıkar adı. Kravat onun için batı medeniyetinin bir simgesidir. O batı medeniyetinin düşmanıdır. O teknolojiye, medeniyete düşmandır. O olabildiğince doğallıktan tabiattan yalınlıktan sadelikten yanadır. Öyle yaşamıştır ve bunu savunmuştur. Bugün bunların bir kıymeti var mı? İhraç kararı maddeler halinde şu: Meclise kravatsız gelmek. Atatürk ilke ve inkılaplarına bağdaşmayan davranışlarda bulunmak. Parti disiplinine aykırı hareket etmek. Bir oylama sırasında katılmamış, Demirel sormuş, kaybetmiş 1 oyla, niye gelmedin demiş. Hanımın kardeşi öldü onu İstanbul’a götürdüm demiş. Bindirseydin gitseydi kendisi demiş. Bizim hanımlar sizinkilere benzemez, sakal-ı şerif gibi 40 bohça içindedir bizim hanımlar kendi başlarına bir yere gidemezler demiş. Demirel gülmüş ama üstünü de çizmiş. Hem CHP hem AP döneminde yazdığı aynı başlıklı bir şiir var. Bu kervan böyle gitmez. Kendi partisini amansızca eleştiren bir adam. Bir kuş kondu başıma bu bildiğim kuş değil, yazdıklarım gerçektir hayal değil kuş değil. O gidiş, gidiş değil.  Tuttuğumuz iş değil. Bu derde çare lazım. Nutukla iş bitmez. Bu kervan böyle gitmez.  İhraç edilince MHP’ye girer. 1 haftalık bir MSP deneyimi de olur ama köşesine çekilir. Zaten Parkinson hastasıdır, rahatsızdır. 1973’teki bir beyanına göre 108 defa mahkemeye verilmiştir. CHP döneminde 5, DP döneminde 2, 27 Mayısçılar döneminde 1 kez hapse girmiştir. 1952 de Malatya’da dönemin meşhur gazetecilerinden Ahmet Emin Yalman bir lise öğrencisi tarafından kurşunlanır. Adı Hüseyin Üzmez. O kurşunlanınca Menderes Hükümeti hemen ayağa kalkar, Milliyetçiler derneğini basarlar, bu genç adam nasıl bu kadar saldırgan oldu, niye saldırdı, saldırgan kişiliği nasıl oluştu, o dönemin en etkili milliyetçi muhafazakâr yazarlarını okuyarak oldu deyip Necip Fazıl, Serdengeçti şu bu ne varsa toplayıp içeri atmışlar. Keyfiliğe bakar mısınız? Ne alaka yani? 13 ay yatmış içerde. Sorgu sual yok, duruşmaya çıkmak yok. Mahkeme zamanı gelmiş. Allah’ın da bir hesabı var, hesap yapanlar yapıyor ama. En ateşli en suç unsuru içerebilecek yazıları dosyaya suç unsuru olarak koymuşlar. Avukatı bakmış ki olay olduktan sonra çıkan dergilerini koymuşlar yanlışlıkla. Sonra çıkarmışlar önceki bir şeye tesir eder mi diye hâkim etmez diyor. O halde beraat. Çok ağır bir küfür ediyor avukatına, sen adam mısın lan diyor. Ben bir sene kızışmışım atom gibi, zehir zemberek bir savunma hazırlamışım. Gençler dinleyeme gelmiş, birdenbire çıktın ortaya bana bir cümle ettirmedin. Get lan demiş. Aynen böyle. Rahmet olsun. Bir de Ayasofya davası var. Yunan Patriği, (Rum Patriği) 1952’de Türkiye’ye gelmiş. Ayasofya’nın müze olmasına karar verilmiş. Serdengeçti bir şiir yazmış. . Ey İslam’ın nuru Türklüğün gururu Ayasofya. Zehir zemberek, duygulu, coşkulu bir şiir. Ayasofya Ayasofya, seni bu hale koyan kim, çırılçıplak soyan kim? Filan diye devam eden Yunanistan’la ilişkilerimizi bozuyor, milli birliği bozmaktan atıyorlar içeriye. Yatıyor çıkıyor. Savunmasında diyor ki benim bunda nasıl bir kişisel menfaatim olabilir? Ben Ayasofya’ya imam mı olacağım vaiz mi olacağım müezzin mi olacağım diyor.  1982 yılında ölümünden önceki son mahkemesi, bir kitabı dolayısıyla hasta olduğu için hâkim savcı evine gelir, evinde ifadesini alır. Der ki sanırım biz son nefesimiz de sanık olarak gideceğiz bu dünyadan. İlk tutuklandığında üniversite öğrencisiyken 3 Mayıs 1944’te bir depresyon geçirir, şok olur, O özgürlüğüne düşkün bir adamdır, dışarıda bahar coşkun bir şekilde devam ediyor. Tıkmışlar içeri, bayılır bunalır, şok yaşar. Hürriyetsizliğin ne kadar zor bir şey olduğunu görür. Buna rağmen defalarca hapse girmeyi göze alarak bir ömür boyu mücadelesini sürdürür. Gençlik heyecanı bir defa girersin görürsün bir daha göze alamazsın. Bu öyle değil.  İki de ir hapse düşünce içerdekiler yahu neden böyle yapıyorsun diye sorarlar. İşin felsefesini yapıyor, bakın ne diyor. Dışarısı bomboş, hayattan habersiz dertsiz dertsiz insanlar. Bir sürü ruhsuz ceset. Sanki yaşayan ölüler. Halbuki burası öyle mi? Zincirlerin bile zapt edemediği deliler, haya, heyecan ümit dolu gençler. Ruhum içerde, cesedim dışarda. Sizler içerdeyken ben dışarda duramıyorum diyor. Gözü yaşlı bir adam, merhametli bir adam. Diyor ki bir mektubunda, hiç hareket etmemek, hep düşünmek, şu geçen günlere, şu insanlara, şu memlekete ağlamak istiyorum diyor. O iyi bir şair, iyi bir yazar, iyi bir hatip ama aynı zamanda bir mizah adamı. Serdengeçti Nasreddin Hoca gibi, İncili Çavuş gibi bir fıkra kahramanı. Bir sürü fıkrasını anlatıyorlar. Dilden dile dolaşıyor. Mizahın en büyük otoriteleri sarsmakta en güzlü silah olduğunu fark ediyor. Kimsenin söz söyleyemediği milli şef hakkında öyle fıkralar uyduruyor ki dilden dile yayılıyor, tiye alıyor ve otorite sarsılıyor. O nerde olsa hemen gırgır şamata etrafında bir kalabalık oluşuyor. Emine hanımın abisi rahmetli Uğur Yüksel Afyon’da bir şiir gecesi düzenlemiş, Türk Ocağından bir heyet binmişler bir otobüse oraya gidiyorlar. Osman Abi otobüsün en arkasında oturuyor, yanındakilerle gırgır şamata espri falan yaparken, ön taraftakilerde yavaş yavaş arkaya doğru toplanıyorlar. Derken bir ses duyuluyor. Otobüsün şoförü diyor ki, otobüs şaha kalktı öne gelin, devrileceğiz. Yani nasıl bir cazibe merkezi haline geliyor konuşmalarıyla, etrafına insanları topluyor. Bu ilginç bir örnek. Bir gün merhum Akif İnan’ a şöyle diyor: Ben asıl mizah yazarı olmalıydım. Bunu başarabilirdim. İçinde yaşadığımız şartlar, mücadeleler buna fırsat bırakmadı. Laf aramızda bu işi Aziz Nesin’den çok daha iyi kıvırırdım diyor. Ve Aziz Nesin ona hayran. Dostluğu var çok seviyor. Ne diyor biliyor musunuz gençler. Osman Bey sen yanlış yere dükkân açmışsın kardeşim. Orada senin kıymetini bilmezler, gel beraber dergi çıkaralım. Sen bizde olsan Nobel alırsın diyor. Biz değerlerimizin kıymetini bilmiyoruz. Aziz Nesin’le nereden tanışıyorlar, biraz gülelim mi? Onunla ilgili olduğu gibi kalsın diye bir fıkra yayınlıyor Serdengeçti dergisinde. Deli deliyi görünce gözünden tanır, mizah adamları da zekâ pırıltısını görünce takdir eder. Aziz Nesin Zübük diye bir dergi çıkarmış. Meşhur. Yıllarca çıkarmış. Ama ilk sayısını çıkardıktan sonra 20 yıl çıkaramamış. Aradan 20 yıl geçmiş ne olduysa. 20 yıl geçtikten sonra 2. Sayıdan başlayarak epey bi sayı çıkarmış. O 2. Sayıda bir düzenleme yayınlamış. Aziz misin leziz misin nesin be adam diye başlayan bir şey. Cevap. Aziz Nesin’in düzeltmesi şu, 20 sene önce çıkan ilk sayımızda gözümüzü budaktan, sözümüzü dudaktan sakınmayız ifadesindeki, affedersiniz, gözümüzün “z” si “t” olarak çıkmıştır düzeltiriz diyor. Serdengeçti tabii kaçırmamış bunu. Bu meret 20 sene durmuş duracağı yerde bundan sonra çıkarsan nolur çıkarmasan nolur diye. Bunun üzerine dost olmuşlar, sen bizde olsan Nobel alırdın yanlış yere dükkân açtın Osman Bey demiş. O espriyi buldu mu asla harcamıyor, eh Türk kültüründe olduğu gibi azıcık müstehcenlik de var. Bu yüzden de müstehcenlikten mahkemeye verilir, nereden tutturuyorlarsa mahkemeye yallah. Bir gün duruşmaya gidiyorlar, yargılanacak, hâkimler bilirkişiler içeride konuşuyorlar. Bir tülü gelemiyor hâkim, kahkaha sesleri geliyor. O kadar çok hoşlarına gidiyor ki hâkim beraat ettiriyor fakat tebliğ ederken gülmemek için kendini zor tutuyor. Bir kalabalık, bir kalabalık duruşma salonu iğne atsan yere düşmez. Hâkim demiş ki çok enteresan bir adam var kolu komşu herkesi çağırmış. Gelin dinleyin demiş bedava tiyatro gibi.  Aksekililer, Emine Hanım, biz biraz sıkı oluruz. Akseki dağlık taşlık bir yerdir. Zor kazanırız, zor harcarız onun için Türkiye’yi anca Aksekili bir başbakan kurtarır. Çünkü biz sineğin yağını hesap ederiz dermiş. Kendi nefsine çok cimri olan Serdengeçti, bir yoksul gibi yaşadı ama nice öğrenciye burs verdi onları okutturdu. Çok yardımsever bir insandı, merhametli bir insandı. Tabiata âşıktı, tabiata bir mistik gözüyle bakıyordu. Rüzgârın uğultusu bana Allah’ın sesi gibi gelir diyordu. Gönül deli delidir, sevda dolu doludur, Tanrı daha uludur, ıssız dağ başlarında, ıssız dağ başlarında diyordu.  Her duygu bir ihtiras, her düşünce onurnaz, yaradanla et temas, ıssız dağ başlarında. İçli bir adamdı, âşık bir adamdı. Süleyman Arif Emre, meclis başkanlığı yapmış, bakanlıklar yapmış, Serdengeçtinin öğrencilik yıllarından hayatı boyunca devam eden dostu, avukatı. O anlatıyor. Sizler gibi üniversite öğrencisi. Bir gün ortadan kaybolmuş, 1 hafta haber alınamamış. Ailesi ümidi kesmiş, herhalde komünistler öldürüp bir köşeye attı bunu demişler. Kabına sığmayan coşkun bir adam. Neden sonra bir gün çıkmış gelmiş. Üst baş perişan saç sakal dağınık. Yav neredeydin demişler çok merak ettik. Bunu anlamaya çalışın lütfen. Bir bahar günü, baharın coşkun fışkırdığı bir dönemde, O taraflarda yapılaşma yok, vurmuş kendini dağlara. Baharın cazibesine büyüsüne kapılmış Yıldızlara bakıp ağlamış. Rüzgârları dinlemiş ağlamış. 1 hafta dağlarda gece gündüz geçirmiş. Oradan bi adam geçerken ben falan yerin muhtarıyım ne işin var lan burada demiş. O zamanlar oralar ıssız, herkes birbirini tanıyor. Ben filan köyün çobanıyım demiş. Bilmem naptığımın köylüleri ikide bir çoban değiştiriyorlar ben seni tanımıyorum demiş. Böyle bir adam. Cemal Arif Emre daha mazlum daha düzenli daha mülayim bir adam. Bir ömür boyu dost ama. Ya madem böyle namaz kılacaksın 5 vaktini aksatmadan kılsana demiş. Ben gözyaşı olmayan secdeyi ne yapayım demiş. Böyle bir ilginç adamdı. Böyle bir Türkçü, böyle bir Turancı, böyle bir İslamcı. Yeryüzünde bir soydaş, bir Müslüman acı çekiyorsa onu ta burada hissediyordu. Bir gün ziyaretine gitmiştim. Parkinsondu, hastalığı artmış. Uyuyamadım gece dedi. Ne oldu dedim.  Bir uçak düşmüş alp dağlarına insanları gördüm salkım saçak dedi. Çok duygulu, duygu yoğunluğu olan, empati yapan bir adamdı. Onların acısını içinde duymuş uyuyamamış. Biz şimdi nice şeyleri canlı yayında görüyoruz bir taraftan yiyoruz atıştırıyoruz Allah affetsin. Kılığına kıyafetine, giyimine kuşamına önem vermezdi. İsraftan hoşlanmazdı, doğallıktan hoşlanırdı. İlkelliğe yakın bir doğallığı severdi. Külü kaynatır su ile şampuan yerine kullanırdı. Yağmış suyu biriktirir onunla çayı demlerdi. Pantolonu ütüsüz giyerdi. Sümerbank ayakkabısını alır bir ömür boyu onu giyerdi, taş gibi nesi var derdi. 2 pantolonunuz varsa birisi yoksulun hakkı, israf ediyorsunuz derdi. İyi ki bu günleri görmedi, bizlere ne derdi acaba. Milletvekili seçilmiş, Akif İnan demiş ki yanındaki çocuğa ya Osman Abi meclise gidecek ona bir takım elbise al demiş, götürmüşler. Bir delinin aklına uyduk ben milyoner miyim, bir sürü masraf ettik diye kızmış ona. Peynir ekmekle kuru ekmekle zeytine banarak ömür tüketiyor. Dilese krallar gibi yaşayacak, kendi nefsine cimri, yoksullara ve öğrencilere burs veren bir adam. Bir gün Necip Fazıl ziyarete gelmiş Allah rahmet eylesin. O paraya para demeyen, krallar gibi yaşayan bir adam. Kuru ekmek zeytin yiyorlarmış buyur üstat demişler. Üstat da icabet etmiş ne desin. Kuru ekmeği ısırınca damağı yarılmış Necip Fazılın. Serdengeçti gülmüş kahkahalarla. Necip Fazıl, üstat, kuru ekmek yemenin tekniğine ne bilsin demiş. 2 dost, 2 arkadaş ama 2 ayrı meşrep bunlar. Az yemekten o kadar şey olmuş ki yolda giderken sendeler hale gelmiş, yine Akif İnan demiş ki her öğle vakti buraya kebap getireceksin. Bir böyle, iki böyle, üç böyle derken bırak bu işleri bir delinin aklına uyduk ben milyoner miyim demiş. O ecdadımızın eski çağlardan getirdiği o göçebe o yalan hayata imrenirdi. Yörüklerin göçüne bakar keşke ben de onlar gibi olabilsem dünyalıklarımdan kurtulabilsem derdi. Bütün dünyalıkları bir devenin üstünde göçüp gidiyorlar. Keşke ben de onların peşinden gidiversem derdi. Öyle bir sıra dışı adamdı, başka bir adamdı. Yıllardır hayaller kurdum, seni anam gibi aradım durdum ey benim sevgilim, ey ana yurdum. Nerde benim Ural Altay dağlarım, akşam olur sabah olur ağlarım diye ağıtlar şiiri var çok uzun bir şiir. Orta Asya Türklüğüne ağlayan bir şiirdir bu. Baştan ayağa varlığım, aşkın ile dolu Tanrım., tuttuğum iş, gittiğim yol Muhammed’in yolu Tanrı’m. Sensin hayat, sensin memat. Ey kudretler sensin Tanrı’m. Yoktur sana doyan, kanan ey her şeyde kımıldanan. Ne demek her şeyde kımıldanan? Zerreden küreye, atomdan nötrona, Her şeyde faaliyet gösteren tek bir güç var. Ölen biten yanan, kâinatın dili Tanrı’m. Gün geçtikçe derdim artar, beni benden al da kurtar. Başkasına olamam yar. Osman sensiz deli tanrım. Ne kadar içli bir adam. Son yıllarda yazdığı bir Mektup şiiri var ki sanki Mevlana’nın Divanı Kebir’inden çıkmış gibi. Dilimin ve kalemimin ucundasın, Fakat kalbimin içinde, Su tükenen yıllara sor, gecelere gündüzlere sor: kiminleyim ben? Muhacir kuşlar sıcak iklimlere göçtüler Demek ki göç zamanı. Benim kuşumsa ‘ask’ denilen kafeste çırpınıp dudu. Seninle olduktan sonra her şey sıcaktır bana Son bahar bile ilkbahar gibidir. Bir baktın canimi yaktın Bir daha bak ki, kul olayım, savrulayım… Bu bayram da sensiz geçti. Seninle her gün bayram bana Sen olmayınca bayramdan ne haber? Is bildiğin gibi değil. Bilmediğin gibi… Sen kendine bakma, bana bak. Neler oluyor o zaman anlarsın Öldüğüm zaman mezarıma gel De ki ‘ bu adam benden neler çekti Ey toprak, böyle bir dertliyi sen nasıl çekiyorsun. Sen benden ne ayrısın, ne gayri… Amma feryatlarım neye? Gidisin bir turlu harap ediyor beni, gelişin bir turlu… Fakat bu iki harabe arasındaki cani gör! … Senin için ‘geliyor’ dediler; aklim gitti. Gelirsin, aklim gider; gidersin, aklim gider. Acık söyle sen akil düşmanı misin? Neyse fazla uzatmayalım.  Akif’e âşıktı, Akif’in mücadelesini bıraktığı yerden sürdürdüğünü söylüyordu. Gökalp’in Türkçülüğünü,
Turancılığını, Akif’in İslamcılığını birleştirmeye çalışmıştır. Yeryüzündü bir Türk, bir Müslüman esir olmasın istiyordu. Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslümanız diyordu. Akif’in gür sesinden, Yunus’un nefesinden, Gökalp’ın hevesinden bir şeyler var diyordu içimde. Emine hanımın anlattığına göre, ölümünden kısa bir süre önce Akif’in hayalini, ruhaniyetini gördü. Akif geçti şimdi gördünüz mü dedi. Akif’in ruhaniyetine hatırasına o kadar yakındı. O bir serdengeçtiydi. Serdengeçti bir akıncı grubunun adıdır. Günümüzde yaşasaydı ne derdi bilmiyoruz ama eski çağlarda olsa ülkeler fetheden bir kahraman, bir akıncı olurdu. Kabına sığmıyordu, Az gelişmiş, geri kalmış ülke lafına tahammül edemiyordu. İçinde bir cihangirlik vardı, büyük imparatorluğun varisi gibiydi. Yanar dağlar gibiyim, coşup çağlar gibiyim.  Her dem ağlar gibiyim. Ferhatlar benden geri diyordu. Ben dağların oğluyum tarihim, Niğbolu’yum diyordu. İçimde hiç sönmeyen bir fetih sevdası var. Yavuz gibi diyorum, bu dünya insana dar. O kabına sığmayan insanı tabutluklara, hücrelere koydular. Şartlar onu Serdengeçti yaptı, mahkemedeki savunmasında bütün başından geçenleri bir bir anlattı ve döndü hâkime şöyle dedi: Şimdi anlıyorsunuz değil mi ben neden Serdengeçti oldum? Başka bir seçenek bırakmadılar.  O büyük bir mustaripti. Bütün insanların acısını, bütün soydaşların acısını içinde duyuyordu. Onun hiç kendine ait özel bir hayatı olmadı. O dükkânının bir köşesine çektiği tente, perdenin arkasındaki yatakta ömrünü tüketti. Kendine hiçbir refahı konforu layık görmedi. Ölmeden kabre koydular beni der gibi, zaten bodrum katında yaşıyoruz mezar bile bizim için yükseliş olacak diyordu. Dünya’yı elinin tersiyle itiyordu. Kendi sanal varlığından geçen, kendinin bir varlığı olmadığını bilenler tasavvuf yolunca çile çekenler, bu yolda öğrenenler. Sen yoksun, O var sadece diyordu, O’nun dışında bir şey yok diyordu tasavvuf ehli. Böylelikle fenafillaha eriyorlardı. Yani kendi sanal varlıklarını Allah’ın mutlak varlığında kılıp yok edip fenafillaha eriyorlardı. Bir de kendi hayatının terk edip, milletin hayatında yok olanlar, milletin manasında yok olanlara millet mistiği diyorlar. Onlara fenafillah der gibi fenafilmille diyorlardı.  Yani,  milletin hayatında, manasında yok olmuş kişiler bunlar. O bir millet mistiğiydi, o bir mustaripti ve kendi kişisel varlığını milletin manasında fani kılmıştı. Onun için bir Fatiha okuyalım lütfen yani pırıl pırıl gençlerin onu karda kışta anması için fedakârlık yapması, zaman ayırması beni çok duygulandırdı. Bilenler biliyorlar ben bu toplantılardan uzak duruyorum. Ama Serdengeçti olunca, sizler olunca ben buna hayır diyemedim. İnşallah size kısa zamanda anlatabilmişimdir onu. Mübarek bir adamdı. O anılmaya layık bir adamdı. Türk milleti yok olmasın diye gece uyumadım, gündüz durup dinlenmedim kardeşim Kültiginle beraber aç milleti doyurdum. Çıplakları giydirdim diyen Metehanlar neslinden. Türk milletinin manevi değerleri yok olmasın diye kendini mahvetmiş. Serden geçmek demek kendi hayatından başından geçmek demek. Rahmet olsun, bizi inşallah onlara layık etsin. Sağ olun dinlediğiniz için var olun, teşekkür ederim.

Soru Cevap

Soru: Hocam çok kısa bir sorum olacaktı. Serdengeçti’yi ben soyadı olarak düşünmüştüm ama Osman Yüksel dediniz. Bunu kısaca açıklayabilir misiniz?

Cevap: Adı Osman Zeki Yüksel’di. Ama Serdengeçti dergisi o kadar ona mal olmuştu ki Osman Yüksel Serdengeçti imzasını kullandı, öyle tanındı. Mahkemenin birinde huzuruna çıktı hâkimin. Hâkim bir evraka baktı bir yüzüne baktı. Osman Zeki Yüksel yazıyor. Zeki de var mı diye sordu. Estağfurullah hâkimim biz de öyle şeyler ne gezer dedi. Öyle olsa ikide bir huzuruna gelir miyiz dedi. Onları ancak esprilerle yumuşatabilirdi. 

Soru: Hocam sahip çıktığımız değer bakımından Cumhuriyet dönemi ilk zamanları genelde milliyetçi, Türk-İslam cı dediğimiz kesim. Ama şimdi milliyetçi dediğimiz şey ülkücü ve milliyetçi olarak geçmişte sahada olan mücadele eden insanlar ülkücü, şimdikiler biraz daha farklı. Osmanlı’nın son zamanları İslamcılık çok revaçta olmadı. 6 oktan birisinin milliyetçilik olması buna bir yol mu açmıştır, kolaylaştırmış mıdır, bu bir yöntem strateji midir? 

Cevap: Aslında kelimelere çok takılmamak gerekir. Türk milletini bir arada tutan ortak paydamızı oluşturan değerler ne ile isimlendirilirse isimlendirilsin bizi bir arada tutmaya devam ediyor. Biz bir arada yaşayacaksak, bir olmaya devam edeceksek, bu ortak değerlerimizi güçlendirerek başarabileceğiz bunu. Bunun yolu farklılıklarımıza bakma alışkanlıklarımızı bırakarak, müşterek ve ortak yönlerimize bakmaya devam etmektir. O kadar çok müştereğimiz varken şunun şurası ayrı burası farklı diyerek ufalaşarak ayrışarak milletin birliğinden uzaklaşmamak lazım iyi niyetle de olsa. Türkiye’miz de ve İslam dünyasında ne kadar çok Müslümanlık var görüyorsunuz. Hepsi Allah rızası için insan boğazlıyor. Ne kadar çok Müslümanlık var. Ayrıştırarak değil kaynaştırarak, ortak yönlerimize bakarak bir arada olabiliriz. Bunun için bizim ecdadımızın bıraktığı değerler referanslar çoktur. Başka yerde aramaya gerek yoktur. Ben belki son defa Serdengeçti’nin cenazesinde milliyetçi muhafazakâr o geniş yelpazenin bir araya geldiğini düşünüyorum. Güncel siyaset ayrıştırır. Karşıtlıklar, farklılardan gücünü alır. Ama bu sabun köpüğü gibidir. Ama asıl bu köpüğün altındaki toplumun kültürünü medeniyetini sosyolojini güçlendirmek, ona talip olmak lazım. Güncel şeylere çok takılmamak lazım. O milletin biriktirdiği manayı içimize koyarsak millet oluruz, Türk oluruz. O bir manadır. 7 göbek sarkan Türk olur adam. Türk olmak bu değildir. Yani Anadolu’da Türkiye’de dünyaya indirilmiş olmak bir lütuftur. Bu bir kaderdi. Bizi Hindistan’a gönderse koşa koşa giderdik.  İnekleri görünce tazim ederdik. O halde bizi aşan bir ilahi takdir var. Herkes milletini sevecek tabii, kaderini sevecek Biz de seveceğiz. Ne diyor türkü? El de güzel çoktur evlenmeye sen. El de güzel çoktur ama bizim evdeki de güzeldir canım. Onu tanıyalım bilelim, kıymetini bilelim de… Varsa yoksa birdirbir. Biz bir kelimesini çok sevmişiz. O birdir. Nasıl birdir. Öyle birdir ki bir sözü bile ona gölge olur. Birliği çok seviyoruz o halde birbirimize hoşgörüyle bakalım ki güncel şucu bucu gibi tanımlamalar şablonlar tanımaz. Serdengeçti mesela hiçbir şablona sığmaz. Hepsinin bir yanı açıkta kalır. Onun için o güncel kelimeleri ben çok doğru bulmuyorum. Particilik gibi şeylerden hoşlanmıyorum. Ama birileri yapıyormuş yapsın tabi o da kısmettir. Ama asıl olan gençlik enerjisini iyi bir yere yoğunlaştırıp içimizi iyi inşa edebilmektir. Bunun yolu çok okumaktır, çok düşünmektir. İnternet tuzaktır. Doğru yanlış bir sürü bilgi orada boca edilmiştir. Görüp geçerek düşünmeden hazmetmeden kişiliklerimizi inşa edemeyiz. Orası gör-geç yeridir, görsellik yeridir. Ama kitap kadim medeniyetimizin bize bıraktığı en değerli sermayedir. Onu güncelleyerek yarına taşımak istiyorsak zaman ayıracağız. Düşünmek için durmak gerekir. Koşuşturarak duramayız. İçimize dönemeyiz. Düşünmek kelimesi Türkçe düş-mek kökünden gelir. Düşünmek insanın kendi içine düşmesidir. Tefekkürdür yani. Sizler yarının Türkiye’sinde önemli hizmetler yapacaksınız. Serdengeçti’nin bu değerler kaybolmasın diye yaptığı mücadeleyi boşa çıkarmayacaksınız. Başka bir alanda kendinize bir takım sorumluluklar alarak onu sürdürmelisiniz. Türk milleti ali cenap bir millettir. 

Yorumlar kapatıldı.