İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Medeniyet Köşesi

*

Gök Kubbe

 Zamanından birinde, çok uzak diyarlarda yolcu taşıyan bir kaptan varmış. Kış ayı geçer, millet şenlenip sağa sola gitmeye, ticarete başlayınca, kaptan deniz, göl, nehir demeden, her suya girer yolcularını taşır, birkaç mal indirir, bir o kadar satın alır ticaret de yaparmış. Kaptanın gemisine bir gün, güzel mi güzel, yumuşak bakışlı bir oğlan çocuğu binmiş. Büyükçe bir bohçası, bohçasında kitapları, kitapları ağırlığında altın keseleri varmış. İnce ama kaliteli ipekten, altın işlemeli düğmeleri bir yeleği, mücevher kakmalı balina derisi kemeri, pırlanta gibi parlayan gözleri varmış. İlk gün masum çocuktaki şatafat kaptanın dikkatini çekmiş:

-İsmin nedir? Neyin nesisin? Nereye gitmektesin?

-Açık bir kalbim vardır benim, öylesine bir gezginim. Karada çok ayak bağladım, gözlerim bağlansın diye gemiye bindim. Gemi nereye gider ben oraya giderim. Rüzgar esmezse nereye mıhlanırız ben oraya demirlerim, benim için birdir. Sanım okyanus kadar derindir, beni bilen gizdir. Eh, ama madem merak edersin, Elyasa’dır benim ismim.

Elyasa, gündüz güverteye çıkmaz, aşağı da ya uyur ya kitap okur yahut altınlarını sayarmış. Gece serinliğinde fırsat bilir bir çarşaf güverteye serilirmiş her gün. Yıldızları seyreder fazla ses etmezmiş. İkinci gün kaptan bu kadar zengin bir gencin bir emirin oğlu olduğunu hesap etmiş sormuş:

-Hamin kimdir, gelip yayılırsın güverteye bırakıp altın keseni sağa sola. Emirin oğlu musun yoksa sultanın mı?

-Ben bir köleyim, sahibimdir hamim. Sudadır gece, yıldızların selameti korur beni. Ziynetimin hesabını tutmam yalnız onlar deli deli eder beni çünkü gök kubbe altında sahipsiz gibiyim. Karanın izinden kurtuldum, ineğin sütü kadar beyaz bir izdeyim.

Gündüz gelmiş, çocuk yine uyumuş, kitap okumuş, altınlarını saymış. Kaptan her bir altının şıkırtısından iştahlanıp kabarırmış ama korkudan bir şey de yapamazmış. üçüncü gece sormuş çocuğa:

-Kama, hançer taşımak adettendir. Yok mudur senin bir korkun böyle çıplak gezersin?

-Doğduğumda ağlamamışım. Hem kendimden niye korkayım, ben çat kapı girer, yıldızları selamlamaya giderim. Aha, belimdeki kemer, sırtımdaki yelek bellidir, hırsızın bende işi ne, gözlerimi sakınırım ondan. En değerlim ordadır.

dördüncü günün sabahı varmışlar şehre, indirmişler yükleri, yolcuları. Portakal, peynir, un almış yanına bira, üzüm, zencefil eklemiş. Yolcu alamadan, liman dışı etmişler bizim kaptanı. Elyasa’nın kitaplar gitmiş, kitap ağırlığınca altın kesesi gelmiş. Kaptan iyice şaşırıp, artık korkuya ve şaşkınlığa mahal vermeyerek:

-Değerin artmış ama yükün azalmış. Ne verdin de ne aldın, deyivermiş şakayla.

Elyasa bu sefer

-Ticaret bilmez misin, varlığı neyse verdim, ederi neyse aldım. Beni yok ya alacak olan!

Gece kamarasında bir bu yana bir o yana dönmüş kaptan, rahat edememiş, içine kurt düşmüş, güverteye çıkmış. Yalnızlıklarından cesaret alarak tutmuş Elyasa’yı ensesinden, saplamış bıçağını üç beş kez sırtına. Gözlerini oyup arkasındaki pırlantayı çıkarmış keyifle. İyice soymuş, denize atmış cesedi.

Gel zaman git zaman kaptan Elyasa’nın altınlarını, yeleğini, kemerini kullanarak üç beş gemilik ticaret filosu kurmuş ama gencin gözünden çıkardığı pırlantaya kıyamayıp kendisine saklamış. Her gece pırlantayı evirir çevirir hülyalara dalar, nedense yıldızlara sersemlikle bakar, eski günleri yâd edermiş. Öyle böyle derken kaptanın eline, garip bir altın kakmalı, sedef iğneli, pirinç çerçeveli usturlap geçmiş. Ay gelip de başlarında durunca açık denizde, usturlap titrer, yüzeyinde beyazdan ışıklar çıkar, bir yeri işaret edermiş. Kaptan usturlabtan o kadar etkilenmiş ki bir gün gösterdiği yere bir gizliden gizliye bir hazine bulurum diye gitmeye karar vermiş. Her ay sadece dolunayın olduğu bir gece gidebildiği için, en büyük gemisini iyice yükleyip yola çıkmış. Dolunay çıkınca usturlaba bakıp derhal tayfaya emirler yağdırır, yelkenler fora, pruva yönünde kürek vurula diye bağırıp heyecanla bir kara görme umuduyla geceyi geçirirmiş amma bir türlü varamamışlar. Yıllar, yıllar geçmiş, çocuklar doğmuş, ülkeler yıkılmış, saltanatlar değişmiş ama gemi ayda bir kere gidebildiği için öylece kalmış engin denizin ortasında. Tayfa yaşlanmış ama kaptandan yüz çevirmemişler. Onun aylık heyecanı hepsini alır, şen bir çocuk ortaya çıkarır bir aylık ruh bulurlarmış.

Bir gece kaptan nihayet usturlabın sürekli yön değiştirdiğini, her ay ayrı bir hareket olduğunu anlamış. Haritasında usturlabın işaretlediği yerlerin hendese hesaplarını yapınca… bir sonraki dolunay daha görünmeden çıkıp:

-Beyler, bugün yolculuğumuz sona erecek yahut nihayet varacağız varmak istediğimiz yere, diye bağırıp usturlabı çıkarmış. Usturlap tam olarak şu enlem bu boylamı gösterecektir, diye devam etmiş. Gerçekten dolunay görünüp usturlap parıldayama başlayınca, tayfa sevinç çığlıkları ile şapkalarını atıp ahoy diye bağırmaya başlamış. Artık kaptanın hendese hesapları ile her gün yol alabilirmiş. Bir sonraki dolunay gelmiş, kaptan tekrar usturlaba bakmış ve gururla gülmüş. Bir sonraki bir sonraki derken artık usturlaba bakmaz olmuş. Usturlap güvertede öylece dururken, sert bir yele dayanamayıp kendini yerde bulunca, sesi duyulmamış. Kimse usturlaba bakmadığından kırıldığının farkında bile olmamışlar. Altın kakması, sedef iğnesi, pirinç çerçevesi çok durmamış, atmış kendisini denize.

Senelerce kovaladıkları kaya ucundan körünmüş onlara. Denizde yavaş ve sakince yüzen büsbüyük bir kaya. Bordalayıp girmişler kayadaki mağaralara. Denizciler mağaraya girdiklerini anlamamışlar ama. Mağaraların içi beyaz, bembeyaz parıldayan damarlarla çevrilmiş, yıldızlı gökyüzü gibi aydınlatırmış içeriyi. Kaptan, sanki hiç giremediği, sahip olamadığı yuvaya ayak bastığını hissetmiş ve mağaranın tavanına bakarken dökülmüş kelimeler ağzından:

-Evimdeyim.

Satmaya kıyamadığı Elyasa’nın gözünden çıkardığı pırlantayı çıkarıp, damara tutmuş. Neden evde olduğunu o zaman anlamış. Pırlanta onca sene içinde ele geçirmişçesine ruhunu, kendi evine ayak basınca, yuvaya döndüğünü anlamış kaptan. Pırlantaya kaptırdığı gözlerini şimdi mağaraya kaptırmış, aylarca bakmış tavana. Tayfa onun kadar kısmetli değilmiş ama. Bazıları daha derine inmiş, indikçe inmiş, deliye dönene kadar o beyazlıkta kaybolmuş. Bazısı, kendini kaybetmiş okşarken tavandaki ışıltılı parıltıyı zamanı unutup açlıktan ölmüş. Soyunmuş bazısı, bu deruni ışık karşısında saf ve duruluk aramışlar, soğuktan kalpleri donmuş. Konuşmaya başlamış bir teki, anlatmış da anlatmış cevhere kendini, taş çatlamamış ama kendisi çatlamış. Kaptan kendisine gelip tayfayı yitirdiğini fark edince silkinmiş.  Elyasa’nın sözlerini pırlantada bulmuşçasına tekrarlamış kendine. Mağaradaki sahipsizliğine, sudaki yanılsamalara, acımış ona. Onca sene sonra katlettiği çocuk konuşmuş çünkü kendisiyle.

Merak etmiş kaptan. Elyasa’nın daha ne kadar derine indiğini. Takarak beline kamasını, kemerine son model tek fişek piştovunu dalmış karanlığa, her zaman aydınlatmadığı yolun cevherin. Yer yer odalar, galeriler bulmuş. Bazen tek bir damar bazen dokunaklı bir çita gibi. Bir dikit tamamen beyaz, bazen ise bir sarkıt, asırlardır yontmuş deniz tuzu, damıtmış madeni. Daha derine, Elyasa’nın gözünü oyarken derine inermişçesine, korkmadan, niye insan kendisinden korkarmış ki, inmiş ta ki bembeyaz odayı bulana kadar. Çengi kucağına koymuş bir peri, ahenkli müziği ve sesi ile şarkılar söylerken bulmuş kaptan onu.

Beni gören bir daha çıkamaz güneşe

Aldanamaz sarının saran çeperine

gök kubbe, beyaz bilmez ama bilir hepsini

çekinir yanaşmaz söylemeye; ama sadece gece

 -Dayanamam. Etme.

Mercan içinde beyaz bir inci

sadece en derinde karanlığın içinde

ipek hırka gibi giydireyim pek ince

olsun mavi kubbede benden sana hediye

-Bundan derini yok. Ne edeyim!

Dünyanın ucunda bir sahne

ufkun güneşin denizi yaladığı yerde

kızıl değil deruni beni bulacaksın

kuşak gibi saracak çeperi sayende

Anladığını anlamış kaptan, hızlıca dönmüş yüzeye. Bulabildiği kadar tayfayı toplayıp, derhal kazmalarını damarları, yüklemek istemiş gemiye. Tek bir cevher kalmayıncaya kadar kazmışlar, kayayı karanlığına gömmüşler. Peri siyah elbisesi ile çıkınca meydana, kaptan ona Elyasa’nın gözünü hediye etmiş ve kuşağı bulunca getirip ona takacağına dair söz vermiş.

Bütün cevheri eritip, yüzlerce gemiden oluşan donanma kurunca, kaptan-ı derya demişler ona. Tayfasından arta kalanları gemilerin kaptanı yapmış. Her geminin direğine satmadıkları cevherden iri bir top yapıp koymuşlar. Kaptan-ı Derya’nın gözü demişler ona. Kaptan-ı derya gözü, her şafak ve gün batımında parıldar, güneşten gelen bir ışık akislerini yansıtır, dağıtırmış. Bu aksülameli artık kaptanlar, Kaptan-ı Derya’nın hendese kitaplarından öğrendikleri şekliyle hesap eder biçer yol tutturmaya çalışırlarmış. O günden bu yana açık denizlerde yüzlerce gemi Kaptan-ı Derya gözünün hesabıyla, ufukta belirecek beyaz bir kuşağı arar dururlarmış halen daha.  

MHS

*

Muhasebenin Şartları

İnsan, düşüncesini ve dikkatini kendi iç aleminde toplamayı başardığı ölçüde eleştirisini kendi şahsına yöneltebilir. Pek çoğumuzun kendimizi eleştirmek konusunda başarılı olamadığımızı göz önünde bulundurduğumuzda bu ön koşulu sağlamanın da başka birtakım şartları gerektirdiğini söyleyebiliriz. Bu şartlar ise düşüncenin ve dikkatin içinde bulunduğu sahanın kapsamını daraltmak suretiyle insanın odağının kendisini merkez belirlemesini sağlayan eylemler olsa gerektir. Bu minvalde aklımıza gelen ilk şart büyük ihtimalle insanın diğer insanlardan kendisini tecrit etmesidir. İnsan, bunu yaptığı takdirde neye maruz kalmayacağı konusunda bir tercih yapmış olsa dahi neye maruz kalacağı konusunda herhangi bir karar vermemiş bir durumda olur. Zira biz insanlar, şuurumuz kapalı olmadığı müddetçe çevremizle olan doğrudan etkileşimimizi sürdürmekten kaçınamıyoruz. Hâl böyleyken kendi vicdan muhasebemizi gerçekleştirmeyi yani eleştirimizi kendimize yöneltmeyi arzuladığımız sürece neye maruz kalacağımız konusunda bir karara varmak durumundayız. İşbu bahiste maruz kalınası olanları tercih etmemiz hususunda bizlere kendi deneyimlerimizle de birleştirebileceğimiz yolları aramak gereklidir.

Keşişlerin dağın yükseklerine çıkıp manastır kurmaları iç aleme dönmeye yönelik bir eylemdir. Bu dünyada tefekküre kavuşup dünyadan arındırılmış bir gökyüzü buluşmasının yoludur. Keşişler kalabalıklardan ayrılmakla yetinmeyip mekânlarında da değişiklik yaparlar ve bu sayede sükunetli bir buluşmaya özne olabilirler. Keşişlerin yukarıya doğru yönelmelerinin sebeplerinden biri de kendilerini hak ettikleri konuma yaklaştırma çabasıdır. Bu onların kibre kapıldıkları anlamına gelmiyor. Yalnızca toplumdan ayrılışlarının gerektirdiği hâlete onları kavuşturuyor. Yani her ne kadar vicdan muhasebesi yapmanın temel hedefi kendi şahsını yargılamak olsa da eleştirisini kendine yöneltebilmiş olmanın birincil sonucu da bu eylemi gerçekleştiremeyenlerden kendini ayırmak olsa gerektir. Aksi takdirde insan ne yaptığının ayırdına nasıl varabilir? Bu meseleyi böyle belleyen keşişler de yukarılara yönelmekle ve farkına vardıkları bahisleri de kibre kapılmaksızın beyan etmekle safi bir gökyüzü buluşması şerefine mazhar olmaktadırlar. Zaten sorun da burada ortaya çıkar. İnsan kendini her vakit bilemez, noksandır, hata eder. Kendini az bir vakit dahi olsa bilemeyenin durum karşısındaki özrünü dileme borcu vardır. Ancak cürmü çok ise özrünü dileyecek muhatabını dahi bulamaz. Bu hâlde de tutacağı yol yalnızca ulu tuttuğundan özür dilemektir. Muhatapsız ve insansız bir yerde affını isteyen keşişler de kendilerine bu yüzden farklı bir mecrayı seçer.

Gerek keşişlerin gerek diğer vicdan muhasebesi yapma arzusu taşıyanların “dağı” kendilerine mesken seçmeleri ise başka bir eleştiri şartını bize gösteriyor:

“Dağ bir aynaydı

Çoğu kişiye suret göründü”.

Dağın insanın içindekini yansıtması sebebiyle insanın dağa maruz kalmasıyla esasında kendisine maruz kaldığı iddia edilebilir. Bu sayede de insanın odağını kendisine nişanlayarak vicdan muhasebesi yapabileceği söylenebilir. Bu söylem doğru olmakla beraber eksik ve kusurludur. Zira dağ, zirveyi sembolize etmesinin yanı sıra doğrudan bir tabiat unsuru olması hasebiyle tabiatın simgesi de olabilir. İşte bu yüzden esasında insan için aynalık görevi üstlenen unsur muayyen bir şekilde dağ değildir. Tabiatın ta kendisidir. İbn Rüşd’ün tabiriyle tabiattaki “inayeti” gören insan, varlıkların kendi içlerindeki uyumunu ve amaçlılıklarını müşahede eder. Maruz kaldığı tabiattaki varlıkların her birisinin varoluş gayesi üzerine hareket ediyor ve başka bir amaca milim sapmıyor oluşu ona kendi hayatındaki amaçlarına uygun hareket edip etmediğine dair bir sorgulama başlattırır. Yani insan kendisinin ideal hâlini tabiatta görmektedir. İşte bu durum, insanın eleştirisini kendisine yöneltirken kullanacağı yargı mekanizması konusunda insanı aydınlatır. Bu sebeple insan, kalabalıklardan sıyrılarak kendisine hoca bellediği tabiata koşmaktadır. Sözün özü insanın kendisini yargılaması ne zirvelere tırmanmasının ne de dağlara hayran olmasının marifetidir. Zira dağla ilintili olan herhangi bir eylem fiziksel bir eylem olmaktan çok içsel bir yüzleşme anlamını ihtiva etmektedir. Bu yüzleşmenin esas sebebi olan insan yığınlarından ayrılmak, kendini hak ettiği yerde konumlandırma cüretini gösterebilmek ve bir ayna olan tabiatın talebeliğini yapabilmek ise insanın eleştirisini kendisine yönelterek gökyüzü buluşmalarına katılmasını sağlayan esas marifet sahibi eylemlerdir. Böylece insan kendini de ne olduğunu da öğrenir.

AHB

Kılıçların Gölgesinde: Hamas ve Kuvayımilliye

Hristiyan takvimine göre 12 Temmuz 1919 tarihinde İstiklal Harbi’nin öncülüğünü üstlenen kumandan ve murahhaslar Erzurum Kongresi hazırlığında idiler. Kazım Karabekir Paşa günlüğünde bu vetireye yer verdiği bölümde Erzurum kongresinin katılımcıları arasında yer alan Ömer Fevzi’nin orduya lüzum olmadığını ifade ettiğini ve İngilizlerin tesiriyle Trabzon’da Kuvayımilliye aleyhine şedid neşriyatta bulunduğuna yer veriyor. Akabinde ise Karabekir Paşa onu tevkif ettirme teşebbüsünde bulunduğuna ancak elinden kaçırdığına değiniyor. Nitekim ilerleyen dönemde ise ilgili şahıs, İstiklâl Harbi’nin kazanılmasını müteakip can havliyle kendini Fransa’ya atmıştır.

İstiklâl Harbi’nin görünür safhasının tamamına ermesinin üstünden 101 sene geçmiş olmasına karşın bu destanın mahiyet ve neticelerinden neşet eden meseleler hâlen memleketimizin gündemini şekillendirmektedir. Birtakım zevat, uzunca bir süredir Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu düşüncesi üzerinde çeşitli yanıltmacalara başvurmak suretiyle gerçeklikten uzak mitler inşa etmektedir. Bu efsaneler, tarihin şeksiz ve amansız hakikatlerini mükerrer yalanlarla değiştirerek hayat bulmakta ve varlığını ideolojik fikrisabitlerle sürdürmektedir. Cumhuriyetin kuruluşundaki başat unsurun örtmekle gizlenemeyecek olduğunu derk edebilen kimisi ise 1921 ve 1924 anayasasını diline dolama cüretini göstermeyi tercih etmektedir. Bu zümre ise yine belirli düzmecelere sığınmakla birlikte inkâr edilemeyecek bazı hakikatlere de sahip çıktığını söylemekte ve bu hakikatleri farklı formlarda sürdürdüğü iddiasını taşımaktadır. Kimi zaman cümle Etrakın sırasıyla itikat ve fıkıh sahasındaki imamları olan Ebu Mansur Maturidi ile Ebu Hanife’den kimi zaman ise Pir-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevi’den dem vurmaktadırlar. Müslüman Türk kimliğinin bânilerinden olan bu şahsiyetlere olan sathi yaklaşımlarıyla düştükleri tenakuz, kendilerine kurmaca bir gelenek ve din anlatısı olanağı sunmaktadır. Örnekleri çoğaltmak mümkün ancak kurucu felsefe söylemi ile sözde bir inşaya girişen insanlar temel olarak bu iki sınıfta toplanabilir.

İçinde bulunduğumuz günlerde tüm bu zevatın Kuvayımilliye’ye ilişkin birtakım beylik laflar ettiklerine şahit olmaktayız. Kuvayımilliye sanki gordion düğümünü çözen, elindeki aydınlık meşalesiyle irtica karanlığını kovalayan yahut havyar yemekle ve fransızca homurdanmakla öğünen bir temsile büründürülüyor. Sözde milliyetperverliğe soyunanlar kendilerini bu kurgusal ruhun devamı olmakla hatta doğrudan buradan doğmuş olmakla nitelendirebiliyor. Tarihi birtakım siyasi ve toplumsal amaçlar uğruna yoğurup ululayanlara değil de gerçeğin kendisine kulak verildiğinde ise meselenin ayırdına varmak fazla vakit almıyor.

Pek çok meselenin aslını bilinçli bir şekilde ıskalayanların sözüm ona aydınlık savaşçısı telakkisi ile inceledikleri Kuvayımilliye ruhu aslında İstiklal harbimizde Şeair-i İslâm’ın muhafaza ve müdafaası kaygısını yegâne zırh olarak kuşanmıştı. Azığı tehlil, niyazı tesbih, yareni tahmid olan bu cengaverler kimi vakit Sütçü İmam nâmı ile Müslümanın ırzına tasallut eden ermenileri def ettiler, kimi vakit de Ali Efe sanı ile başucumuza kurulan yunan karakolunu imha ettiler. Ekseri lisan-ı Türkî’den başka lisan bilmeyen bu insanların eli harama uzanmaz, yolu zorbalığa düşmez ve kulağı ezanın aslından başkasını duymazdı.

Öyle ki Nazım Kuvayı Milliye Destanı’nda şu ifadelere yer vermiştir:

kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,

durdu boyun büküp

                            el kavuşturup

                                                sabah namazına.

İçi rahattır.

Cennet, ebedî bir istirahattır.

Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,

meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir

                        Cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.

Evvelâ amansız bir Cihan Harbi’nden çıkan millet, istiklâli için yedi düvele karşı cehdetmiş ardından da Kuvayımilliye idrakiyle Anadolu’daki cengini barutsuz ve süngüsüz sürdürmüştür. İstiklâl harbi nâmına bu topraklarda görünürde kalkan fiziksel cidal ise varlığını 1987 itibariyle Anadolu dışında sürdürmeye başladı. Şeyh Ahmed Yasin ve yol arkadaşlarının kurduğu Hamas ile yeni bir cihad doğuran intifada, Hatay Dörtyol’da Özerlili Hoca Ömer oğlu Mehmet Çavuş’un attığı kurşunun başlattığı kavgayı üstlendi. Sütçü İmam misali Abdulaziz Er-Rantisi, Yağız Ali Efe misali Abdullah Galip Bergusi ve ismi bilinmez nice mücahid bu savaşın halefi oldular. Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinin sonunda ise nice yüzü görülmez, mahlasından gerçek ismi bilinmez kahraman tüm cihanı karşısına almış ve soluksuz bir cenge tutuşmuştur. Frenk illerini saran küfrün karanlığı; bugünün haberleşme kaynaklarından meclis binalarına kadar her yeri Hakk’a karşı bir etmiş, küfrün zorbalığı ile Ehl-i İman’a musallat oldu. Bu cengin miftahını elinde tutan millete düşen ise şaire kulak vermekti:

Bendim ve arkadaşlar. Varsıl değil, bey değil

Bık bık etti Ankara – – generaller gecesi

Baktık ki omzumuzda kıldan keskin bir urgan

Türkiye ağır yüktür bilmeyen ne bilesi

Kendini Türk milletine ait olmakla nitelendirenlerin bu yegâne yolu tutup Türkiye’nin hem mazisini hem de istikbalini Kudüs’ten gayrı görmemesi gerektir. Buna karşın başkaca yollar arayanların memleketimizde aleni bir varlık gösterdiklerini göz önünde bulundurunca akla şöyle bir soru gelmelidir: İtilaf devletlerine karşı çarpışan Kuvayımilliyenin aleyhinde neşriyat yapan Ömer Fevzi İngilizlerin tesiriyle hareket ediyorken İsrail ile cidal eden Hamas aleyhinde söz söyleyenler kimlerin tesiriyle hareket etmektedir?

MTY

*

Hakikatli Millet Olmak ve İstiklal Marşı

Biyolojide canlılar tasnif edilirken bitkiler, hayvanlar, mantarlar, bakteriler, arkeler ve protistalar şeklinde alemlere ayrılırlar. Alemler şubelere, şubeler sınıflara derken bu liste türe kadar uzar gider ve orada son bulur. Son bulur da peki bir tür içindeki her birey aynı mıdır? Elbette DNA diziliminden çevre koşullarının meydana getirdiği modifikasyonlara kadar her tür kendi içinde birbirinden farklı bireyler içerirler. İşte burada; insan, insan olmak suretiyle kendi ayrımını hissettirir. Çünkü insan, kendi varlığının hakiki bilincinde olması sebebiyle ve eşrefi mahlukat olma imkânı sayesinde diğer türlerin salt fiziksel turnusolünden başka turnusollere muhataptır. İşbu turnusol, yaşamakla beraber gelen “tür içi” bölünmeyi ve ayrılmayı şekillendiren benlik sahibi olmaktır.

İnsan; Şeyh Galib’in dillendirdiği gibi başlı başına bir özdür. İnsanı insan oluşundan ayırmayan, diğer tüm canlılıktan farklılığını gösteren “tür içi kavi farklılıklar” insanın kendisinin kâinatın özü oluşundan ileri gelmektedir. Yani insanı insan yapan, millet olarak da bildiğimiz, karakter ve itikat ayrımlarından oluşan güruhlardır. Zira bu iki unsur; insanın cevherinde biyoloji bilgisinden de önce gelmekte ve yegâne turnusollük bahsinde başka bir ihtimale kapı dahi aralatmamaktadır.

Milletler, futbol takımları, şarkı grupları ve uluslararası birlikler… Her biri, içinde bulundurdukları üyeler yahut bireylerle dışındakiler arasında bir ayrım olması münasebetiyle vardır. Yani bir futbol takımında bulunanlar ile bulunmayanların aynı olduğundan bahsedecek olursak öyle bir futbol takımının var olduğundan şüphe duymamız gerekmez mi? Keza uluslararası bir komitenin, içinde bulundurduğu üyelerle içine dahil etmediklerinin arasında bir ayrım gözetmemesi mümkün müdür? Ayrım yoksa birlik de yoktur, karakter de itikat da. Gerçi bu topluluklarda birlik olmanın dışında bir ayırt edici özelliğin olması -karakter ve itikat- yalnız bu güruhların iddiasıdır. Bu iddia o güruhların varlığından söz edebilmek için zorunludur zira bu güruhlar son yüzyıllara kadar karakter ve itikat ayrımını barındırmış olan milletlerin bir nevi taklidini ortaya koymakta, tıpkı onlar gibi turnusolluk davasına girişmektedir. Halbuki insanlarda asıl turnusollük vazifesi gören unsur, karakter ve itikat birliği gayesi güden ve yapılması gereken ayrımların doğru bir şekilde uygulanmasını sağlayan millet yaşantısıdır.

Modern zamanlara gelene dek, birleşmek ve diğer bütünlerden ayrışmak milletlerden başkasına izafe edilmemiştir. Lakin burada da -tıpkı turnusollük iddiasında olan önceki gruplar gibi- yanlışa düşen başka güruhlar vardır. Bu çeşit güruhlar millet olmayı başarmakla beraber, temellerini batıldan seçerek yanılgıya düşmüşlerdir. Yani bu güruhlar karakter ve itikat birliğini sağlamakla beraber; bu işi kendi hevâlarına yahut tabularına uygun bir şekilde yapmış, yani batıl karakterleri ve itikatları benimsemişlerdir. İşbu sebepten onların da dertleri yaşadıklarının hakiki bilincine varmak da şerefli bir yaşam sürmek de olamamıştır.

Gerçeğinden sahtesine karakter ve itikat ayrımı iddiasında bulunan güruhlar bugüne dek var olmuş ve olmaya devam etmektedir. Tarih boyunca bir millet, hem turnusollük iddiasında bulunan sahte güruhlara hem de bâtıl gayelerin turnusolü olan milletlere – esasında tek milletten ibaret olanlara – hakiki birleşmeyi ve ayrışmayı defalarca göstermiştir. Hiç şüphe yok ki bu millet gerçek turnusollüğün bir tezahürü olan bağımsızlığın timsali olan Türk milletidir. Bu yüce millet hakikatin karakter ve itikadını en son bir İstiklal Harbi vererek tüm cihana yeniden belletmiştir.

Şüphesiz küfür tek millettir ve pek tabii küfrün diğer uzantıları olan sahte milletler de bu milletin etrafında yuvalanmışlardır. Bu güruhların hepsi kirli emelleriyle dört bir yandan saldırarak Türk milletini bir İstiklal Harbi vermeye zorlamış ve Türk milleti tarafından şiddetli bir hürriyet arzusuyla karşılanmışlardır. İşte bu arzu, karakter ve itikat sahibi olmak sayesinde mevcut olan “millet” in en önemli vasıflarındandır. Bu bağlamda, Türk milleti hürriyetinden vazgeçmeyerek yalnızca askeri bir zafer değil, fikri bir zafer de kazanmıştır.

Bu fikri zaferin esaslı manifestosu şüphe yok ki İstiklal Marşı’dır. Bu marş içeriğinden şairine kadar neredeyse her yerinde, birçok farklı şekilde fikrî zaferin detaylarını bildirmektedir. Şairine baktığınızda Arnavut kökenli olan Mehmet Akif’i görürsünüz. İşte bu da sahte turnusollere göstermektedir ki bizi bir arada tutan veya ayıran muhal genetik ortaklıklar değil karakterimizin ve itikadımızın birliğidir. Mısralarına gelirsiniz bu şiirin ve şair der ki orada “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklal”. İtikadı Hakk’a kulluk etmekle bir olmuş bir “millet” in hakkı istiklalden başka ne olaydı ki? Tıpkı bundan evvelki yüzlerce yılda olduğu gibi… Bu mesajlarıyla da şair, batıl yoldaki milletlere/millete hakiki karakteri -yani hürriyet gayesini- ve hakiki itikadı -yani Hakk’a kulluk etmeyi- göstermiştir.

“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım” demiştir şair Akif. Adeta karakterinin ezelde Hak Teala tarafından tayin edildiğini gösterircesine kendi yaşayışını ve milletinin yaşayışını vurgulamıştır. İstiklal harbini veren yüce Türk milleti; yaşayışıyla İslam’da birleşmiş, küfür ehliyle ayrışmıştır. İşte bu sebeple şair Akif, “Değmesin göğsüme namahrem eli” demiş, kendisinden olmayanların en doğru ismini “namahrem” kelimesiyle bildirmiştir. İstiklal Marşı’nın sonlarında da Akif “Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal” demekle ebediyete değin hakkı tutup kaldıran hakikatli milletin var olacağını işaret etmiş ve kutlu vazifeyi nesilden nesile, nihayetinde de bizlere bildirmiştir.

Milli manifestomuz olan İstiklal Marşı, Türk milletinin hürriyet naralarıyla kazandığı askeri zaferinin ve bu zaferin batılda olanlara hatırlattığı fikri hakikatleri her dizesiyle ayrı ayrı işlemiştir. Tarih boyunca var olan hakikatli milletin her türlü zaferiyle ve eylemiyle bildirdiği gerçeklik -hürriyet karakteri ve İslam itikadı- İstiklal Marşı’yla yazılı hale geçmiş ve cümle insana doğruya ulaşmak için bir kılavuzluk görevi üstlenmiştir. İşte insanların yaşamak suretiyle bölünmeyi ve benlik sahibi olmayı kabullenmiş olmalarının götürmesi gereken doğru menzil burasıdır. Fakat ne yazıktır ki, bu menzili benimseyen milletten uzaklarda olan birçokları bile bu hakikate koşup gelmiş amma bu milletin coğrafyasında yaşayan birçokları bu hakikatten bihaber kalmıştır. Burada bize, yani Türk milletine mensup olduğu iddiasında bulunanlara düşen biricik vazife; İstiklal Marşı’nın yalnızca birtakım askeri zaferlerden değil, aynı zamanda bir inanç ve karakter birliğinden de kaynaklandığını göstermektir. Bu vazife ezelden bize verilmiş ve ezelden beri yerine getirilmiş olan kutlu emanetin tecellisidir. Bunların altından kalkabildiğimizde, göğsümüzü gere gere, hakikatli milletten olduğumuzu ilan etmenin vakti gelmiş demektir.

CBA